O da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i cemâlullaha beşeri sevkeden ve şevke getiren Kur’ân-ı Mu’cizül Beyân’ın verdiği neş’edir. İşte:
ifade ettiği azîm mâna ve büyük hakikat, kasırülfehm olanlarca ve dikkatsizlikle mübalâğalı bir belâğat içinde muhal bir suret zannediliyor. Hâşâ! Mübalâğa değil, muhal bir suret değil, ayn-ı hakikat bir belâğat ve mümkün ve vâki bir surettedir.
O suretin bir vechi şudur ki: Yâni, Kur’ân’dan tereşşuh etmiyen ve Kur’ân’ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur’ân’ı tanzir edemez, demektir. Hem edememiş ki, gösterilmiyor.
İkinci vecih şudur ki: Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesâîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur’ân’ın ahkâm ve hikmet ve belâğatına karşı âciz derekesindedirler, demektir. Nasıl da nümûnesini gösterdik.