Siracınnûr | Dördüncü Şua | 96
(90-107)

sonra perde altına girdiği gibi, aynen öyle de: Bu vücûdum ve her zîhayatın vücûdu, zâhiri vücûddan gitse, zîruh ise hem ruhunu, hem ma’nasını, hem hakîkatını, hem misalini, hem mâhiyet-i şahsiyesinin dünyevî neticelerini ve uhrevî semerelerini, hem hüviyet ve sûretini hâfızalarda ve elvâh-ı mahfuzada ve sermedî manzaraların film şeritlerinde ve ilm-i ezelînin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve beka veren fıtrî tesbihatını defter-i a’mâlinde ve Esmâ-i İlâhîyyenin cilvelerine ve mukteziyatlarına fıtrî mukabelelerini ve vücûdî âyinedarlıklarını dâire-i esmâda ve daha bunlar gibi zâhiri vücûdundan daha kıymettar müteaddit ma’nevî vücûtlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider; ilme’l-yakîn sûretinde bildim.

İşte îman ve îmandaki şuur ve intisâb ile bu mezkûr bâkî, mânevî vücûdlara sahip olunabilir. Îman olmazsa, bütün o vücûdlardan mahrum olmakla beraber zâhirî vücûdu dahi onun hakkında ademe ve hiçliğe gider gibi zâyi’ olur.

Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu; hatta o nâzenînlere acıyordum. Burada beyân edilen hakîkat-ı îmaniye gösterdi ki, o çiçekler âlem-i ma’nada çekirdeklerdir. Sâbıkan beyân ettiğimiz ruhtan başka bütün o vücûdları meyve veren birer ağaç, birer sünbül hükmünde nur-u vücûd noktasında kazançları bire yüzdür. Zâhirî vücûdları mahvolmaz, saklanır. Hem bâkî olan hakîkat-ı nev’iyesinin tazelenen sûretleridir. Geçen baharda yaprak, çiçek, meyve gibi mevcûdâtı, bu bahardakinin mislidirler. Fark yalnız i’tibârîdir. O i’tibârî fark dahi, bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrı ayrı, müteaddid ma’naları verdirmek içindir bildim. Yazıklar yerinde “Mâşâallah, barekâllah” dedim.

İşte îmanın şuuriyle ve îman râbıtasiyle, arz ve semavât san’atkârına intisâb noktasında gökleri yıldızlarla, zemîni çiçekler ve güzel mahlûklarla yapan, süslendiren ve böyle her bir san’atta yüzer mu’cize gösteren bir sanatkârın eser-i sanatı ve böyle hadsiz hârikalı bir ustanın yapılışı olmak, ne kadar antika ve kıymetdar ve şuuru varsa ne kadar iftihar eder ve şereflenir diye uzaktan hissettim. Husûsan o nihayetsiz mu’cizekâr usta, koca semavât ve arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insanı o kitaba müntehab ve mükemmel bir hülâsa yapsa; o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemâl, bir kıymete medâr

Ses Yok