Çünkü şeddeli iki , şeddeli iki , şeddeli aslı itibariyle bir bir ve birinci vakıf cihetiyle ,ikinci vakıf olmadığından sayılır. Eğer şeddeli iki sayılsa o vakit bin üç yüz yirmi iki (1322) eder ki, yine Risâle-in Nur müellifi, mukaddemat-ı Nuriye’ye başladığı aynı tarihe tam tamına tevâfuk eder.
Hem
cümlesi; ta-i evvel , ikinci ise vakıf yeri olduğundan olmak ve deki tenvin sayılmak cihetiyle bin üç yüz on bir (1311) eder ki, o tarihte Resâil-in Nur müellifi Risâlet-ün Nur’un mübârek şecere-i kudsiyesi olan Kur’ânın basamakları olan ulûm-u Arabiyeyi tedrise başladığı aynı tarihe tam tamına tevâfuk ederek remzen bakar. İşte bu kadar ma’nidar ve müteaddid tevâfukat-ı Kur’âniyenin ittifakı yalnız bir emâre, bir işâret değil, belki kuvvetli bir delâlettir. Belki elektrik ile beraber Resail-in Nur’a münâsebet-i ma’nevîyesiyle bir tasrihtir. Bu âyetin münâsebet-i ma’nevîyesinin letâfetlerinden bir letâfeti şudur ki: İhbar-ı gayb nev’inden mu’cizane hem elektriğe, hem Risâle-in Nur’a işâret ettiği gibi, ikisinin zuhurlarına ve zaman-ı zuhurlarından sonraki tekemmül zamanlarına ve hilaf-ı âdet vaziyetlerini çok güzel gösteriyor.
Meselâ,
cümlesi der: “Nasılki elektriğin kıymettar metaı, ne şarktan ne de garbtan celbedilmiş bir mal değildir. Belki yukarıda, cevv-i havada rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her yerin malıdır. Başka yerden aramağa lüzum yoktur” der. Öyle de ma’nevî bir elektrik olan Resail-in Nur dahi ne şarkın ma’lûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semavî olan Kur’ân’ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.