Makam-ı cifrîsi bin üç yüz üç (1303) ederek, hem “Sure-i Şûra”nın ikinci sahifesinde
ise, bin üç yüz dokuz (1309) ederek o tarihte umum muhatabları içinde birisine husûsan Kur’ân hesabına iltifat edip istikametle emreder ki; birinci tarih ise, Resail-in Nur müellifinin Risâle-i Nur’u netice veren ulûmun tahsiline başladığı tarihtir. Ve ikinci âyetin tarihi ise, o müellifin hârika bir sûrette pek az bir zamanda ilimce tekemmül etmesi, tahsilden tedrise başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde on beş senede medresece okunan yüz kitabdan ziyâde okuduğu ve o zamanın o muhitte en meşhur ulemasının yanında o üç ayın mahsulü on beş senenin mahsulü kadar netice verdiği çok mükerrer imtihanlarla (Hâşiye) ve hangi ilimden olursa olsun sorulan her suâle karşı cevab-ı savab vermekle isbat ettiği aynı tarihe, tam tamına tevâfukla remzen Risâle-i Nur’un istikametine bir işârettir.
ÜÇÜNCÜ ÂYET-İ MEŞHURE:
âyeti kuvvetli münâsebet-i ma’nevîyesiyle beraber cifirce bin üç yüz kırk dört (1344) eder ki, o tarihte Risâle-i Nur’un şâkirdleri gibi bu âyetin ma’nasına daha ziyâde mazhar olanlar zâhiren görülmüyor. Demek bu âyet, ma’nasının müteaddit tabakalarından işarî bir tabakadan ve remzî bir perdeden Kur’ânın parlak bir tefsiri olan Risâle-i Nur’a bakıyor ve en evvel nâzil olan “Sure-i Alâk”ta
âyeti gibi ma’nasiyle ve makam-ı cifriyle ifade ediyor ki; bin üç yüz kırk dörtte nev’-i insan içinde fir’avunâne emsalsiz bir tuğyan, bir inkâr çıkacak.
âyeti ise, o tuğyana karşı mücahede edenleri senâ ediyor.
Hâşiye: Bu beyânat-ı medhiye Said’e ait değildir. Belki Kur’ânın bir tilmizini, bir hâdimini Said (R.A.) lîsaniyle ve haliyle târif eder. Tâ hizmetine itimad edilsin.