Bu zail fâni dünyayı ona gaye-i maksad hiç yapar mı? İşte iki şâkirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla!
Hem felsefe-i sakîmenin şâkirdleriyle Kur’ân-ı Hakîmin tilmizlerinin hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını bununla müvazene edebilirsiniz. Şöyle ki: Felsefenin şâkirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde da’va açar. Kur’ân’ın şâkirdi ise, semavât ve arzdaki umum sâlih ibâdı kendine kardeş telâkki ederek, gâyet samîmi bir sûrette onlara duâ eder ve saadetleriyle mes’ut oluyor. Ve ruhunda şedid bir alâkayı onlara karşı hisseder. Hem en büyük şey olan Arş ve Şemsi, müsahhar birer me’mur ve kendi gibi bir abd, bir mahlûk telâkki eder.
Hem iki şâkirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur’ân, kendi şâkirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz Esmâ-i İlâhîyyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şâkirdlerinin ellerine verir. “Evrâdlarınızı bununla okuyunuz.” der. İşte Kur’ânın tilmizlerinden Şah-ı Geylanî, Rufâî, Şâzelî (R.A.) gibi şâkirdleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerratı, katarat adedlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evrâdlarını okuyorlar. Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar. İşte Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın mu’cizane terbiyesine bak ki: Nasıl edna bir kederle ve küçük bir gam ile başı dönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlub olan bu küçük insan, terbiye-i Kur’ân ile ne kadar teâli ediyor. Ve ne derece letâifi inbisat eder ki: Koca dünya mevcûdâtını, virdine tesbih olmakta kısa görüyor... Ve Cenneti zikir ve virdine gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenâb-ı Hakkın edna bir mahlûkunun üstünde büyük tutmuyor. Nihayet izzet içinde, nihayet tevâzuu cem’ediyor. Felsefe şâkirdlerinin buna nisbeten ne derece pest ve aşağı olduğunu kıyas edebilirsin. İşte felsefe-i sakîme-i Avrupaiye’den yekçeşm olan dehâsının yanlış gördüğü hakîkatları; iki cihana bakan, gaybâşina parlak iki gözü ile iki âleme nazar eden, beşer için iki saadete iki eliyle işâret eden hüdayı Kur’ânî der ki: “Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir. O emanetin mâliki, herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerîmdir. O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ senin için muhafaza etsin, zâyi olmasın. İleride mühim bir fiat sana verecek. Sen muvazzaf ve me’mur bir askersin. Onun nâmiyle çalış ve hesabiyle amel et. Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızk olarak gönderiyor ve senin takatın yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. Senin şu hayatının gayesi, neticesi; o Mâlikin esmâsına ve şuûnatına bir mazhariyettir. Sana bir musîbet geldiği vakit, de: