Ubûdiyet ise, onun yüzünü fenâdan bekaya, halktan Hakka, kesretten vahdete, müntehadan mebde’e çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde ve müntehâ ortasında bir nokta-i ittisaldir. Nasılki tohum olacak kıymettar bir meyve-i zîşuur, ağacın altındaki zîruhlara baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların ellerine düşecek, parçalanacak; âdi bir tek meyve gibi zâyi olacak. Eğer o meyve, nokta-i istinadını bulsa, içindeki çekirdek, bütün ağacın cihetül vahdetini tutmakla beraber ağacın bekasına ve hakikatının devamına vasıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içinde birtek çekirdek, bir hakîkat-ı külliye-i dâimeye, bir ömrü bâki içinde mazhar oluyor. Öyle de: İnsan, eğer kesrete dalıp kâinat içinde boğulup dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasârete düşer. Hem fena, hem fâni, hem ademe düşer. Hem mânen kendini îdam eder. Eğer lisan-ı Kur’ân’dan kalb kulağiyle îmân derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubûdiyetin mi’raciyle arş-ı kemâlâta çıkabilir. Bâki bir insan olur.
Ey nefsim! Madem hakikat böyledir ve madem Millet-i İbrahimiyyedensin (A.S.) İbrahimvâri de. Ve Mahbub-u Bâki’ye yüzünü çevir ve benim gibi şöyle ağla... ..(*)
(*) Buradaki Farisî beyitler, Seksen beşinci sayfa ve devamındadırlar...