Belki o imdad ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teâvündür.
Hem çürük bir esasın: “Herşey kendi nefsine mâliktir” diyorsun. Hiçbir şey kendi nefsine mâlik olmadığına kat’î bir delil şudur ki: Esbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır. Halbuki bu insanın; düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef’âl-i ihtiyariyesinden yüz cüz’ünden onun dest-i ihtiyarına verilen ve daire-i iktidarına giren yalnız meşkûk tek bir cüz’dür. Böyle en zâhir fiilin yüz cüz’ünden bir cüz’üne mâlik olmayan, nasıl kendine mâliktir denilir? Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî tasarruftan ve temellükten eli bağlanmış bulunsa; “Sair hayvanat ve cemâdat kendi kendine mâliktir” diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade câmid ve şuursuz olduğunu isbat eder. Seni bu hataya atıp bu vartaya düşüren, bir gözlü dehândır. Yani harika, menhus zekândır. O kör dehân ile, herşeyin Hâlikı olan Rabbini unuttun; mevhum bir tabiata isnad ettin; âsârını esbaba verdin; o Hâlikın malını bâtıl mâbud olan tâğutlara taksim ettin. Şu noktada ve o dehân nazarında her zîhayat, herbir insan, tek başiyle hadsiz a’dâya karşı mukavemet etmek ve nihayetsiz hâcâtın tahsiline çabalamak lâzım geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zail lem’a gibi bir şuur, çabuk söner şu’le gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömür ile, o hadsiz a’dâya ve hâcâta karşı dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki o bîçâre zîhayatın sermayesi, binler matlublarından birisine kâfi gelmiyor. Musibete giriftar olduğu zaman; sağır, kör esbabdan başka derdine derman beklemiyor,
sırrına mazhar oluyor.