Hem halim, selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden başka izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir halîm-i âlîhimmettir.
Hem fakirdir fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona ileride iddihar ettiği mükâfat ile bir fakir-i müstağnîdir.
Hem zaîftir. Fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaîf-i kavîdir ki, Kur’ân hakikî bir şâkirdine Cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksad yaptırmadığı halde; bu zail, fâni dünyayı ona gaye-i maksad hiç yapar mı? İşte iki şâkirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla!
Hem felsefe-i sakîmenin şâkirdleriyle Kur’ân-ı Hakîm’in tilmizlerinin hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını bununla müvazene edebilirsiniz. Şöyle ki:
Felsefenin şâkirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dâvâ açar. Kur’ân’ın şâkirdi ise, semâvat ve arzdaki umum sâlih ibadı kendine kardeş telâkki ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder ve saadetleriyle mesut oluyor ve ruhunda şedid bir alâkayı onlara karşı hisseder.
Hem en büyük şey olan Arş ve Şemsi, müsahhar birer memur ve kendi gibi bir abd, bir mahlûk telakki eder.
Hem iki şâkirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki:
Kur’ân, kendi şâkirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz Esma-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şâkirdleri nin ellerine verir. “Evradlarınızı bununla okuyunuz.” der. İşte Kur’ân’ın tilmizlerinden Şâh-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (R.A.) gibi şâkirdleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak!