Bir zerreye hakîki Rab olmak için bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir. Hem (Otuz İkinci sözün İkinci Mevkıfında îzah ve isbat edildiği üzere) semavâtın halk ve tesviyesine muktedir olmıyan, beşerin sîmasındaki teşahhusu yapamaz. Demek bütün semavâtın Rabbı olmıyan, birtek insanın sîmasındaki alâmet-i fârika olan nakş-ı sîmavîyi yapamaz.
İşte kâinat kadar büyük bir pencere ki; onunla bakılsa:
âyetleri, büyük harflerle kâinat sahifelerinde yazılı olduğu, akıl gözüyle de görülecek. Öyle ise: Görmiyenin ya aklı yok, ya kalbi yok. Veya insan sûretinde bir hayvandır!
Bir bahar mevsiminde, garîbâne, mütefekkirâne seyahata gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sâir memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçekleri derhâtır ettirdi. Şöyle bir ma’na kalbe geldi ki:
Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemîn yüzündeki o nevi çiçekler, Onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülünden sonra şöyle bir tasavvur geldi ki:
Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektup; o mühür, o mektubun sâhibini gösterir. Öyle de; şu çiçek, bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu envâ-ı nakışlarla ve ma’nidar nebâtât satırlariyle yazılan şu tepecik dahi, bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahra ve ova bir mektûbu Rahmânî hey’âtını aldı.
İşbu tasavvurdan şöyle bir hakîkat zihne geldi ki: Herbir şey, bir mühr-ü Rabbânî hükmünde bütün eşyayı kendi Hâlikına isnad eder. Kendi kâtibinin mektubu olduğunu isbat eder.