BAŞTA ÜÇÜNCÜ SAHİFENİN ÂHİRİNDE KUR’ÂN BİZİ SİYASETTEN ŞİDDETLE MEN’ETMİŞ CÜMLESİNİN BİR İZÂHIDIR VE HÂŞİYESİDİR.
Bu def’aki küçük müdafaatımda ve istidâmda demiştim ki, Risâle-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakîkat, hak bizi siyasetten men’etmiş. Çünkü ma’sûmlar dahi belâya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz.
Ba’zı zâtlar bunun izâhını istediler, ben de dedim: Şimdiki fırtınalı asırda, gaddar medeniyetten neş’et eden hodgamlık ve asabiyet-i unsûriye ve umûmî harpten gelen istibdâdât-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde, öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdâd meydan almış ki; ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahânesiyle çok biçâreleri yakacak. O hâlde o da azlem-i zâlim olacak ve mağlûb kalacak.
Çünkü mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla, yirmi otuz adamı âdi bahânelerle vurur, perîşan eder. Eğer ehl-i hak adâlet ve hak yolunda, yalnız orayı vursa, o vakit otuz zâyiata mukabil, yalnız biri kazanır, mağlûb vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlîmanesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasiyle, yirmi otuz biçâreleri ezseler, o vakit hak nâmına dehşetli bir haksızlık ederler.
İşte Kur’ânın emriyle gâyet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmakdan kaçındığımızın hakîki hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafa edebilirdik.
Hem mâdem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor, elbette biz sabr ve şükür ile tevekkül edip sükût ederiz. Zor ile, icbâr ile sükûtumuzu bozdurmak ise; insafa, adâlete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, mühaliftir.