Hem bir kardeşimizin bir hadisin hükmüyle ve Mevlânâ Hâlid’in hayatı, dört cihetle bu biçâre Said’in hayatıyla tevâfuk etmesiyle, “Risâle-i Nur dahi, Mevlânâ Halid gibi müceddiddir.” diye beyânı benim benliğime ve şahsıma verilmiş. Halbuki: Ben bütün arkadaşlarımı işhâd ediyorum ki, ben benlik peşinde koşmuyorum. Ve reddediyorum. Ve bana, şahsıma karşı ziyâde hüsn-ü zan edenleri men’edip, hatırlarını çok def’a kırıyorum.
Muhterem ehl-i vukufun raporunda, medâr-ı nazar ve i’tirâz edilmiş “Risâle-i Nur’un şâkirtleri, ehl-i Cennet olacakları ve îmanla kabre girecekleri” cümlesine “Aşere-i Mübeşşere’den başka şahsıyla, ismiyle bu fazilete kimse yetişemez” diye, bir nev’i i’tirâza karşı deriz: Bu mes’elede şahıs ismiyle tayin edilmemiş, yalnız kuvvetli işâretler ile
gibi âyetlerin îman ve amel-i salih sâhipleri ehl-i Cennettir dedikleri misillü, Risâle-i Nur’un şeytanları dahi susturan îman-ı tahkiki dersini alan şâkirdleri, îman ile kabre gireceklerine kuvvetli emâreler ile hükmedilse; elbette medâr-ı i’tirâz olamaz.
Hem o zatlar acelelik cihetiyle, Risâle-i Nur’a âid kerâmetleri bana isnad oluyor diye, medâr-ı tenkid ederek demişler: Bir veli kerâmet da’va etmez.
Elcevap: O pekçok hadiseler kerâmetler değil, belki ikramlardır. İkram ise izharları bir şükürdür. Hem onlar benim değil. Ve benim hiç bir cihetle o kerâmetlere liyâkatım olmadığını, bütün kardeşlerime mükerreren söylemişim ve yazmışım. Belki binden ziyâde o vakıalar, Kur’ânın bir mu’cize-i ma’nevîyesi olan Risâle-i Nur’un makbuliyetine dâir, Kur’ân’ın i’caz-ı ma’nevîsinden tereşşuh etmiş Risâle-i Nur’un, ikram nev’inden kerâmetleridir. Benim ne haddim var ki, onlara sâhip çıkayım.
Said Nursî