Sözler | OnAltıncı Söz | 194
(193-201)

Bir tek zât, muhtelif merâya vasıtasıyla külliyet kesbeder. Cüz’î-yi hakikî iken, umumî şuunata mâlik bir küllî hükmüne geçer. Meselâ: Şems bir cüz’î-yi müşahhas iken, eşyayı şeffafe vasıtasıyla öyle bir küllî hükmüne geçer ki, rûy-i zemini timsalleriyle, akisleriyle dolduruyor. Hattâ katarat ve parlak zerrat adedince cilveleri bulunuyor. Güneşin harareti ve ziyâsı ve ziyânın içinde olan yedi renkli elvan-ı seb’ası, herbirisi, mukabilindeki eşyaya muhit, âmm ve şâmil oldukları halde; herbir şeffaf şey dahi güneşin timsaliyle beraber harareti, hem ziyâyı, hem elvan-ı seb’ayı göz bebeğinde saklıyor. Ve sâfi kalbini ona bir taht yapıyor. Demek Şems, vâhidiyyet haysiyyetiyle ona mukabil umum eşyaya muhit olduğu gibi, ehadiyyet cihetiyle herbir şeyde Güneş çok vasıflarıyla beraber bir nevi cilve-i zâtıyla bulunur. Mâdem temsilden temessül bahsine geçtik. Temessülün çok enva’ından şu mes’eleye medâr olacak üç nev’ine işaret ederiz.

Birincisi: Kesif, maddî şeylerin akisleridir. O akisler, hem gayrdır, ayn değil. Hem mevattır, ölüdür. Hüviyyet-i suriyyesinden başka hiçbir hâsiyete mâlik değil. Meselâ; sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zîhayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hassaları onlarda yoktur.

İkincisi: Maddî nuranînin akisleridir. Şu akis ayn değil. Fakat gayr da değil. Mâhiyeti tutmuyor, fakat o nuranînin ekser hasiyetlerine mâliktir. Onun gibi hay sayılıyor. Meselâ: Şems dünyaya girdi. Herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, Güneş’in hassaları hükmünde olan ziyâ ve ziyâdaki elvan-ı seb’a bulunuyor. Eğer faraza, Güneş zîşuur olsa idi, harareti ayn-ı kudreti; ziyâsı ayn-ı ilmi; elvan-ı seb’ası sıfat-ı seb’ası olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Herbirimizle âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.

Üçüncüsü: Nuranî ruhların aksidir. Şu akis, hem haydır, hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mâhiyet-i nefs-ül emriyyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye sûretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, Huzur-u İlâhîde haşmetli kanatlarıyla Arş-ı A’zamın önünde secdeye gider. Hem o anda hesabsız yerlerde bulunur. Evâmir-i İlâhiyyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mâni olmazdı. İşte şu sırdandır ki; mâhiyeti nur ve hüviyyeti nuranîyye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirisine mâni olmaz.

Dinle
-