İnsân ise, şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir. Meyve ise, en cem’iyetli ve en uzak ve en ziyâde nazarı âmm ve şuuru küllî bir cüz’üdür. Nazarı âmm ve şuuru küllî zât ise, o San’atkâr-ı Zülcemâl’e muhatâb olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâniinin perestişliğine ve san’atının istihsanına ve ni’metinin şükrüne sarfeden en yüksek, en parlak bir ferd olabilir.
Şimdi iki levha, iki daire görünüyor. Biri: Gayet muhteşem, muntâzam bir daire-i rubûbiyyet ve gayet mûsanna, murassa bir levha-i san’at... Diğeri: Gayet münevver, müzehher bir daire-i ubûdiyyet ve gayet vâsi’, câmi’ bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve îmân vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin nâmına hareket eder.
İşte o Sâniin bütün makasıd-ı san’atperveranesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni’ ile münasebettar ve onun nazarında ne kadar mahbub ve makbûl olduğu bilbedâhe anlaşılır.
Acaba hiç akıl kabûl eder mi ki: Şu güzel masnuatın bu derece san’atperver, hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in’amperver san’atkârı, Arş ve Ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir içinde, berr ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbir ile perestişkârâne O’na müteveccih olan en güzel masnuuna karşı lâkayd kalsın ve O’nunla konuşmasın ve alâkadarane O’nu Resul yapıp, güzel vaziyetinin başkalara da sirayet etmesini istemesin? Kellâ! Konuşmamak ve O’nu Resul yapmamak mümkün değil...