İşte Kur’an-ı Hakîm, şu mânâyı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki, der: Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelâl’in evâmirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedî’nin ziyâ-yı mârifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır’ınızı Cennet sûretine çeviren Nil-i Mübârek gibi koca nehirleri, âdi câmid taşların ağızlarından akıtıp mu’cizât-ı kudretini, şevâhid-i vahdâniyyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesin-de kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek, cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor. Hem hissiz, câmid bâzı taşları böyle acib bir tarzda (Hâşiye) mu’cizât-ı kudretine mazhar etmesi; güneşin ziyâsı Güneşi gösterdiği gibi, o Fâtır-ı Zülcelâl’i gösterdiği halde, nasıl O’nun o nur-u mârifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?
İşte şu üç hakikate nasıl bir belâgat giydirilmiş gör. Ve belâgat-ı irşadiyyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki, böyle ha-raretli şu belâgat-ı irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin!..
İşte baştan buraya kadar anladınsa, Kur’an-ı Hakîm’in irşadî bir lem’a-i i’câzını gör, Allah’a şükret...
Hâşiye: Nil-i Mübârek, Cebel-i Kamer’den çıktığı gibi, Dicle’nin en mühim bir şubesi, Van Vilayetinden Müküs nahiyesinde bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat’ın da mühim bir şubesi, Diyadin tarafların-da bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mayiâdan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir.
Tesbihat-ı Nebeviyyeden olan
kat’î delâlet ediyor ki: Asl-ı hilkat-ı arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, Emr-i İlâhî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlâhî ile toprak olur. Tesbihteki Arz lafzı, toprak demektir. Demek o su, çok yumuşaktır; üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifâde edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.