Sözler | YirmiBeşinci Söz | 439
(365-462)

ÜÇÜNCÜ ZİYÂ: İkinci Ziyâ’da hikmet-i beşeriyyenin hikmet-i Kur’aniyyeye karşı sukutuna ve hikmet-i Kur’aniyyenin i’câzına işaret ettik.

Şimdi şu ziyâda, Kur’anın şâkirdleri olan asfiya ve evliya; ve Hükemânın münevver kısmı olan Hükemâ-yı İşrâkiyyûnun hikmetleriyle Kur’anın hikmetine karşı derecesini gösterip, şu cihette Kur’anın i’câzına muhtasar bir işaret edeceğiz:

İşte Kur’an-ı Hakîm’in ulviyetine en sadık bir delil ve hakkaniyetine en zâhir bir bürhân ve i’câzına en kavî bir alâmet şudur ki: Kur’an, bütün aksam-ı tevhidin bütün merâtibini, bütün levâzımatıyla muhafaza ederek beyân edip müvazenesini bozmamış, muhafaza etmiş. Hem bütün hakaik-i âliyye-i İlâhiyyenin müvazenesini muhafaza etmiş. Hem bütün Esmâ-i Hüsnânın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o ahkâmın tenâsübünü muhafaza etmiş. Hem Rubûbiyyet ve Ulûhiyyetin şuûnâtını kemâl-i müvazene ile cem’etmiştir. İşte şu muhafaza ve müvazene ve cem’, bir hâsiyettir. Kat’iyyen beşerin eserinde mevcûd değil ve eâzım-ı insânîyyenin netâic-i efkârında bulunmuyor. Ne, melekûte geçen evliyaların eserinde; ne, umûrun bâtınlarına geçen İşrâkiyyûnun kitablarında; ne, âlem-i gayba nüfuz eden ruhânîlerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güya bir taksim-ül a’mâl hükmünde herbir kısmı hakîkatın şecere-i uzmâsından yalnız bir-iki dalına yapışıyor. Yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor. Evet hakîkat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihâta edilmez. Kur’an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihâta etsin. Kur’andan başka çendan Kur’andan da ders alıyorlar, fakat hakîkat-ı külliyenin, cüz’î zihniyle yalnız bir-iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefrit ile hakaikın müvazenesini ihlâl edip tenâsübünü izale eder. Şu hakîkat, Yirmidördüncü Söz’ün İkinci Dalında acib bir temsil ile izah edilmiştir. Şimdi de başka bir temsil ile şu mes’eleye işaret ederiz. Meselâ:

Bir denizde hesabsız cevherlerin aksamıyla dolu bir definenin bulunduğunu farzedelim. Gavvâs dalgıçlar, o definenin cevâhirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvâs hükmeder ki; bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevâhiri işittiği vakit hayal eder ki; o cevherler, bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yâkut eline geçer; başkası, murabba bir kehribar bulur ve hâkezâ... Herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu’zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın müvazenesi bozulur. Tenâsüb de gider. Çok hakîkatın rengi değişir. Hakîkatın hakikî rengini görmek için te’vilâta ve tekellüfata muztar kalır. Hattâ bâzan inkâr ve ta’tile kadar giderler.

Dinle
-