Vücûd-u insânın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücûd-u insânı bel’ eder. Bütün o insân, bütün letâifiyle âdeta ene olur. Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyyet-i nev’iyye ve milliyye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip; o ene, enaniyyet-i nev’iyyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni’-i Zülcelâl’in evâmirine karşı mübâreze eder. Sonra kıyâs-ı binnefs sûretiyle herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenâb-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer.
meâlini gösterir. Evet nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hâzır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabûl ile hazmedebilir. Öyle de “Kendime mâlikim” diyen adam, “Herşey kendine mâliktir” demeye ve îtikad etmeye mecburdur.
İşte ene, şu hâinâne vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünûnu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı mârifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyyet-i mutlaka sûretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez. Onbirinci Söz’de mahiyyet-i insânîyyenin ve mahiyyet-i insânîyyedeki enaniyetin, -mâna-yı harfî cihetiyle- ne kadar hassas bir mizân ve doğru bir mikyas ve muhît bir fihriste ve mükemmel bir harita ve câmi’ bir âyine ve kâinata güzel bir takvim, bir ruznâme olduğu gayet kat’î bir sûrette tafsil edilmiştir. Ona müracaat edilsin. O Söz’deki tafsilâta iktifaen kısa keserek mukaddimeye nihayet verdik. Eğer mukaddimeyi anladınsa gel, hakîkata giriyoruz.
İşte bak: Âlem-i insânîyyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insânîyyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde... Biri, silsile-i Nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yâni: Silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehâlet edip itâat ederek hizmet etmişse; âlem-i insânîyyet, parlak bir sûrette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiyye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur. Şimdi şu iki silsilenin menşe’lerini, esaslarını bulmalıyız.