ve haşmet içinde bir zînet ve intizâm içinde bir hüsn-ü hilkat ve mevzuniyyet içinde bir kemâl-i san’at bulunduğundan Sâni’-i Zülcelâlimizi, nihayetsiz diller ile Vahdetini, Ehadiyyetini, Samediyyetini ve evsaf-ı cemâl ve celâl ve kemâlini bütün kâinata ilân ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede safi, temiz, muti’, musahhar hizmetkârları, karmakarışıklık ve intizâmsızlık ve vazifesizlik hattâ sahibsizlik ile ittiham ettiğinden tokata müstehaksın.” der. O müddeînin yüzüne recm-i şeytan gibi, bir yıldız öyle bir tokat vurur ki, yıldızlardan tâ cehennemin dibine onu atar. Ve beraberinde olan tabiatı (Hâşiye) evham derelerine ve tesadüfü adem kuyusuna ve şerikleri, imtina’ ve muhaliyet zulümatına ve din aleyhindeki felsefeyi, Esfel-i Sâfilînin dibine atar. Bütün yıldızlarla beraber o yıldız:
ferman-ı kudsîsini okuyorlar. Ve “Sinek kanadından tut, ta semâvat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın” diye ilan ederler.
Hâşiye: Fakat sukuttan sonra tabiat tevbe etti. Hakikî vazifesi, te-sir ve fiil olmadığını, belki kabûl ve infial olduğunu anladı. Ve kendisi kader-i İlâhînin bir nevi defteri –fakat, tebeddül ve tagayyüre kabil bir defteri- ve kudret-i Rabbâniyyenin bir nevi programı ve Kadîr-i Zülcelâl’in bir nevi fıtrî şeriatı ve bir nevi mecmua-i kavanini olduğunu bildi. Kemâl-i acz ve inkıyad ile vazife-i ubûdiyyetini takındı. Ve fıtrat-ı İlâhiyye ve san’at-ı Rabbâniyye ismini aldı...