Zeminin yüzünde dört yüz bin muhtelif tâifeden (Hâşiye) ibaret olan bütün hayvanat ve nebâtat enva’ının ordusu; bilmüşâhede ayrı ayrı erzakları, sûretleri, silâhları, libasları, tâlimatları, terhisatları kemâl-i mizan ve intizâmla hiçbir şey unutulmayarak, hiçbirini şaşırmayarak bir sûrette tedbir ve terbiye etmek öyle bir sikkedir ki: Hiçbir şüphe kabûl etmez, güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehad’dir. Hadsiz bir kudret ve muhit bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede hârika olan şu idareye karışsın. Çünki: Şu birbiri içinde girift olan enva’ları, milletleri, umumunu birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracak. Halbuki:
sırrı ile, hiçbir karışık alâmeti yoktur. Demek ki hiçbir parmak karışamıyor.
İstidad lisanıyla bütün tohumlar tarafından ve ihtiyâc-ı fıtrî lisanıyla bütün hayvanlar tarafından ve lisan-ı ıztırarî ile bütün muztarlar tarafından edilen duaların makbûliyetidir.
İşte bu nihayetsiz duaların bilmüşâhede kabûl ve icabeti, herbiri vücûba ve vahdete şehadet ve işaret ettikleri gibi, mecmuu, büyük bir mikyasta bilbedâhe bir Hâlık-ı Rahîm ve Kerim ve Mucîb’e delâlet eder ve baktırır.
Görüyoruz ki: Eşya, husûsan zîhayat olanlar, def’î gibi âni bir zamanda vücûda gelir. Halbuki: Def’î ve âni bir surette basit bir maddeden çıkan şeyler, gayet basit, şekilsiz, san’atsız olması lâzım gelirken; çok meharete muhtaç bir hüsn-ü san’atta, çok zamânâ muhtaç ihtimamkârane nakışlarla münakkaş, çok âlâta muhtaç acib san’atlarla müzeyyen, çok maddelere muhtaç bir sûrette halk olunuyorlar. İşte bu def’î ve âni bir sûrette bu hârika san’at ve güzel heyet, her biri bir Sâni’-i Hakîm’in vücûb-u vücûduna şehadet ve vahdet-i Rubûbiyyetine işaret ettikleri gibi mecmuu gayet parlak bir tarzda nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm bir Vâcib-ül Vücûd’u gösterir.
Hâşiye: Hattâ o tâifelerden bir kısım var ki: Bir senedeki efradı, zaman-ı Âdem’den kıyamete kadar vücûda gelen bütün insân efradından ziyâdedir...