Bu dâvâmda tereddüd edenler, Risâle-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar.
İşte böyle bir zâtın sünnet-i Seniyyesine elden geldiği kadar ittibaa çalışmak, ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.
DOKUZUNCU NÜKTE: Sünnet-i Seniyyenin herbir nev’ine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bilkasd tarafdarane ve iltizamkârane talib olmak, herkesin elinden gelir. Farz ve vâcib kısımlara zaten ittibaa mecbûriyet var. Ve ubûdiyetteki müstehab olan Sünnet-i Seniyyenin terkinde günah olmasa dahi, büyük sevabın zâyiatı var. Tağyirinde ise, büyük hata vardır. Âdât ve muamelâttaki Sünnet-i Seniyye ise, ittiba ettikçe, o âdât, ibâdet olur. Etmese itab yok. Fakat HABİBULLAH’ın âdâb-ı hayatiyesinin nurundan istifadesi azalır. Ahkâm-ı ubûdiyette yeni îcadlar bid’attır. Bid’atlar ise,
sırrına münafi olduğu için, merduddur. Fakat, tarîkatta evrad ve ezkâr ve meşrebler nev’inden olsa ve asılları Kitab ve Sünnetten ahzedilmek şartıyla ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı sûrette olmakla beraber, mükerrer olan usul ve esâsât-ı sünnet-i Seniyyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartıyla, bid’a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid’aya dâhil edip, fakat “bid’a-i hasene” nâmını vermiş. İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sâni (R.A.) diyor ki: “Ben seyr-ü sülûk-ü ruhanîde görüyordum ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan mervî olan kelimat nurludur, sünnet-i Seniyye şuâı ile parlıyor. Ondan mervî olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki; sünnet-i Seniyyenin şuâı, bir iksirdir. Hem o sünnet, nur isteyenlere kâfidir, hariçte nur aramağa ihtiyaç yoktur.”
İşte böyle hakîkat ve şerîatın bir kahramanı olan bir zâtın bu hükmü gösteriyor ki: Sünnet-i Seniyye, saadet-i dareynin temel taşıdır ve kemâlâtın madeni ve menbaıdır.