Îman ve Küfür | Otuzuncu Söz | 161
(149-165)

Felsefenin meş’um nazarı ile mânayı ismî cihetiyle baktığı için; güya buharmisâl o ene temeyyü’ edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallûb ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev’-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara −kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde− birer fir’avunluk verir. İşte o vakit, Hâlik-ı Zülcelâl’in evâmirine karşı mübâreze vaziyetini alır.

der. Meydan okur gibi Kadîr-i Mutlakı acz ile ittiham eder. Hattâ, Hâlik-ı Zülcelâlin evsafına müdahale eder. İşine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin fir’avunluğunun hoşuna gitmeyenleri; ya red, ya inkâr, ya tahrif eder. Ezcümle:

Felâsifenin bir tâifesi, Cenâb-ı Hakk’a “mûcib-i bizzât” demişler, ihtiyarını nefyetmişler; ihtiyarını isbat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzip etmişler. Feya Sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcûdat; taayyünatlariyle, intizamâtiyle, hikmetleriyle, mizanlariyle Sâni’in ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor. Hem bir kısım felâsife, “Cüz’iyata ilm-i İlâhî taalluk etmiyor” diye ilm-i İlâhînîn azâmetli ihâtasını nefyedip, bütün mevcudatın şehâdat-ı sâdıkalarını reddetmişler. Hem felsefe, esbaba te’sir verip, tabiat eline îcad verir. Yirmi ikinci Söz’de kat’î bir surette isbat edildiği gibi; her şeyde, Hâlik-ı Küllî Şey’e has, parlak sikkeyi görmeyip, âciz, câmid, şuûrsuz, kör ve iki eli tesa düf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip,

Ses Yok