Herbir şey’in, hattâ bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede! Felsefenin: “Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafiine âittir” diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet mânasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i muzahrefe düsturları nerede? Şu hakikat, Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikatında bir derece gösterildiğinden kısa kestik. İşte, bu dört misâle, binler misâli kıyas edebilirsin. “Lemaat” namındaki bir risalede bir kısmına işaret etmişiz.
İşte, felsefenin şu esasat-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki: İslâm hükemasından, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhîler, şa’şaa-i sûriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; âdî bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ, İmam-ı Gazâlî gibi bir Hüccetül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.
Hem mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan Mu’tezile imamları, zînet-i sûrîsine meftun olup, o mesleğe ciddî temas ederek, aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi bir mü’min derecesine çıkabilmişler. Hem, üdebâyı İslâmiyenin meşhurlarından bedbinlikle mâruf, Ebûl Alâ-i Maarrî ve yetîmâne ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmareyi okşıyan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemâlden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip: “Edebsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârane te’dib tokatlarını almışlar.
Hem meslek-i felsefenin esasat-ı fasîdesindendir ki: Ene, kendi zâtında hava gibi zaif bir mahiyeti olduğu halde,