Âlem-i semâvatı şöylece tasvir eden îmân nimetine elbette binlerce “Elhamdülillâh” söylemek azdır.
Alt Cihet: Yani, arz âlemine felsefe gözü ile bakan insan; küre-i arzı başıboş, yularsız, şemsin etrafında serseri gezen bir hayvan gibi veya tahtası kırık, kaptansız bir kayık gibi görür ve dehşete, telâşa düşer. Fakat îmân ile bakarsa; arzın rahmanî bir sefine olup, Allah’ın kumandası altında bütün me’külât, meşrubat, melbusatı ile beraber, nev’-i beşeri tenezzüh için şems’in etrafında gezdiren bir sefine şeklinde görür. Ve îmândan neş’et eden şu büyük nimete büyük büyük “Elhamdülillâh”ları söylemeğe başlar.
Ön Cihet: Felsefeci bir adam bu cihete bakarsa görür ki: Bütün canlı mahlûkat insan olsun, hayvan olsun kafile bekafile büyük bir sür’atle o cihete gidip kaybolurlar. Yani, ademe gider, yok olurlar. Kendisinin de o yolun yolcusu olduğunu bildiğinden, teessüründen çıldıracak bir hale gelir... Fakat îmân nazarıyla bakan bir mü’min, insanların o cihete gidişleri, seyahatları adem âlemine değil, göçebeler gibi bir yaylâdan bir yaylâya bir intikaldir. Ve fâni menzilden bâki menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler memleketine göç etmek olup, adem âlemine gitmek değil diye bu ciheti memnuniyetle karşılar. Fakat yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler netice itibariyle saadetlerdir. Çünki, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer. Ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yolu ile nâil olmuştur.