Lâkin birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdad eden adam kalben ve rûhen pek çok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki: Hem müteselli, hem vicdanı mutmain olur.
Dördüncü Nokta: Îmân nûru; lezâiz-i meşruanın zevâle başladıkları zaman hasıl olan elemleri, emsâlinin vücud ve gelmekte olduklarını göstermekle izâle eder. Ve keza nimetlerin devam edip tenakus etmemesini, nimetlerin menbâını göstermekle temin eder.
Ve keza firak ve ayrılmaların elemlerini, teceddüdü emsalinin lezzetini göstermekle izâle eder. Yani, zeval düşüncesi ile bir lezzette çok elemler olur ki, îmânın o elemleri teceddüdü emsâli ile ihtar ve izale eder. Maahâzâ lezzetlerin teceddüdünde de başka lezzetler vardır. Evet, bir semerenin şeceresi olmasa, o semerede münhasır kalan lezzet, onun yemesi ile zail olur ve zevâli de mucib-i teessür olur. Fakat o semerenin şeceresi maruf ise, o semerenin zevâlinden elem hasıl olmuyor, çünki yerine gelen var. Ve aynı zamanda, teceddüd haddizâtında bir lezzettir.
Ve keza, ruh-u beşeri en ziyade sıkan, ayrılmalardan neş’et eden elemlerdir. Nur-u îmân, o elemleri teceddüdü emsal ve tahaddüsü visal ümidi ile izale eder.
Beşinci Nokta: İnsan şu mevcudatta kendisine düşman ve ecnebî tevehhüm ettiği veya ölüler, yetimler gibi hayatsız, perişan vehmettiği şeyleri; nur-u îmân; ahbab ve kardeş sıfatı ile gösterir ve hayatdar, tesbihhan (tesbih eden) şeklinde irâe eder. Yani gafletle bakan adam, âlemin mevcudatını düşman gibi muzır telâkki ederek tevahhuş eder. Ve eşyayı ecnebîler gibi görür. Çünki: Dalâlet nazarında mazi ve istikbal zamanlarındaki eşya arasında uhuvvet, kardeşlik rabıtası ve bağlanış yoktur.