Ve keza, rahm-ı mâderden dünyaya gelen çocuk, mâhut tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.
Arka Cihet: Yani geride gelenlere felsefe nazarı ile bakılsa; “Yahu bunlar nereden nereye gidiyorlar ve ne için dünya memleketine gelmişlerdir?” diye edilen suale bir cevab alınamadığından, tabiî hayret ve tereddüt azabı içinde kalınır.
Fakat nur-u îmân gözlüğü ile bakarsa; insanların kâinat sergisinde teşhir edilen garib, acib kudretin mu’cizelerini görmek ve mütalâa etmek için Sultan-ı Ezelî tarafından gönderilmiş mütalâacı olduklarını anlar. Ve bunlar o mu’cizenin dere-ce-i kıymet ve azametine ve Sultan-ı Ezelî’nin azametine derece-i delâletlerine kesb-i vukuf ettikleri nisbetinde derece ve numara aldıktan sonra yine Sultan-ı Ezelî’nin memleketine dönüp gideceklerini anlar. Ve bu anlayış nimetini kendisine îras eden îmân ni’metine “Elhamdülillâh” diyecektir.
Mezkûr zulmetleri izâle eden îmân nimetine Elhamdülillâh diye edilen hamd dahi bir nimet olduğundan, ona da bir hamd lâzımdır. Bu ikinci hamda da üçüncü bir hamd, üçüncüye dördüncü hamd lâzım. Demek bir hamd-i vâhidden doğan hamdlerden ibaret, gayr-i mütenâhî bir silsile-i hamdiye husule geliyor.
İkinci Nokta: Cihat-ı sitteyi tenvir eden îmân nimetine de Elhamdülillâh demesi lâzımdır. Çünki, îmân cihat-ı sittenin zulümatını izâle etmekle, def-i belâ kabilinden büyük bir nimet sayıldığı gibi, tabiî o cihat-ı sitteyi tenvir ettiği cihet le de, celbül menâfi kabilinden ikinci bir nimet sayılır.