Tılsımlar Mecmuası | Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı Mukaddeme | 63
(47-64)
GÜNEŞLER KUVVETİNDE ON İKİNCİ LEM'A: Şu Yirmi İkinci Söz'ün Onikinci Lem'ası, öyle bir bahr-ı hakâiktır ki; bütün Yirmi İki Söz, ancak onun yirmiiki katresi ve öyle bir menba-ı envardır ki, Şu Yirmi İki Söz, o güneşten ancak yirmiiki lem'asıdır. Evet o Yirmi İki aded Sözlerin herbirisi, Semâ-i Kur’ânda parlayan birtek necm-i âyetin bir lem'ası ve bahr-ı Furkandan akan bir âyetin ırmağından tek bir katresi ve bir kenz-i âzam-ı Kitabullahda herbiri bir sandukça-i cevâhir olan âyetlerin birtek âyetinin birtek incisidir. İşte On dokuzuncu Söz'ün On dördüncü Reşhasında bir nebze tarif edilen o Kelâmullah; İsm-i A'zamdan, Arş-ı A'zamdan, Rubûbiyyetin tecelli-i a'zamın- dan nüzul edip, ezeli ebede rabtedecek, ferşi arşa bağlayacak bir vüs'at ve ulviyet içinde bütün kuvvetiyle ve âyâtının bütün kat'iyyetiyle
mükerreren لاَاِلَهَ اِلاَّهُوَ der, bütün kâinatı işhad eder; ve şehadet ettirir. Evet لاَاِلَهَ اِلاَّهُوَ بَرَابَرْ مِيزَنَدْ عَالَمْ
Evet, o Kur’âna selim bir kalb gözüyle baksan göreceksin ki: Cihat-ı sittesi öyle parlıyor, öyle şeffaftır ki; hiçbir zulmet, hiçbir dalâlet, hiçbir şüphe ve rayb, hiçbir hile içine girmeye ve daire-i ismetine duhûle fürce bulamaz. Çünki, üstünde sikke-i i'caz; altında bürhan ve delil; arkasında nokta-i istinadı, mahz-ı vahy-i Rabbânî; önünde saadet-i dareyn; sağında, aklı istintak edip tasdikını te'min; solunda, vicdanı istişhad ederek teslimini tesbit; içi, bilbedâhe sâfi hidayet-i Rahmâniyye; üstü, bilmüşahede hâlis envar-ı îmaniyye; meyveleri, biaynel-yakîn kemalât-ı insaniyye ile müzeyyen Asfiya ve Muhakkikîn-i Evliya ve Sıddikîn olan o lisan-ı gaybın sînesine kulağını yapıştırıp dinlesen; derinden derine, gayet mûnis ve muknî, nihayet ciddî ve ulvî ve bürhan ile mücehhez bir sada-yı Semavî işiteceksin ki, öyle bir kat'iyetle لاَاِلَهَ اِلاَّهُوَ der ve tekrar eder ki; hakkal-yakîn derecesinde söylediğini, aynel-yakîn gibi bir ilm-i yakîni sana ifade ve ifaza ediyor...
Elhasıl: Herbirisi birer Güneş olan, Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm ile Furkan-ı Ahkem ki, biri: Âlem-i Şehadetin lisanı olarak bin mu’cizat içinde bütün Enbiya ve Asfiyanın taht-ı tasdiklerinde İslâmiyet ve Risâlet parmaklariyle işaret ederek bütün kuvvetiyle gösterdiği bir hakîkatı...
Diğeri: Âlem-i Gaybın lisanı hükmünde, kırk vücuh-u i'caz içinde, kâinatın bütün âyât-ı tekvîniyyesinin taht-ı tasdiklerinde, hakkaniyyet ve hidayet parmaklariyle işaret edip bütün ciddiyetiyle gösterdiği aynı hakîkatı.. Acaba o hakîkat, güneşden daha bâhir, gündüzden daha zâhir olmaz mı?
Ey dalâlet- âlûd mütemerrid insancık! (Hâşiye) Ateşböceğinden daha sönük kafa fenerinle nasıl şu güneşlere karşı gelebilirsin? Onlardan istiğna edebilirsin? Üflemekle onları söndürmeğe çalışırsın? Tuuuh! tuf.. senin o münkir aklına.. Nasıl o iki lisan-ı gayb ve şehadet, bütün âlemlerin Rabbi ve şu kâinatın sahibi namına ve O'nun hesabına söyledikleri sözleri ve dâvaları inkâr edebilirsin? Ey bîçâre ve sinekten daha âciz, daha hakîr! Sen necisin ki, şu kâinatın Sâhib-i Zülcelâl'ini tekzibe yelteniyorsun?
-----------------------------------------------
mükerreren لاَاِلَهَ اِلاَّهُوَ der, bütün kâinatı işhad eder; ve şehadet ettirir. Evet لاَاِلَهَ اِلاَّهُوَ بَرَابَرْ مِيزَنَدْ عَالَمْ
Evet, o Kur’âna selim bir kalb gözüyle baksan göreceksin ki: Cihat-ı sittesi öyle parlıyor, öyle şeffaftır ki; hiçbir zulmet, hiçbir dalâlet, hiçbir şüphe ve rayb, hiçbir hile içine girmeye ve daire-i ismetine duhûle fürce bulamaz. Çünki, üstünde sikke-i i'caz; altında bürhan ve delil; arkasında nokta-i istinadı, mahz-ı vahy-i Rabbânî; önünde saadet-i dareyn; sağında, aklı istintak edip tasdikını te'min; solunda, vicdanı istişhad ederek teslimini tesbit; içi, bilbedâhe sâfi hidayet-i Rahmâniyye; üstü, bilmüşahede hâlis envar-ı îmaniyye; meyveleri, biaynel-yakîn kemalât-ı insaniyye ile müzeyyen Asfiya ve Muhakkikîn-i Evliya ve Sıddikîn olan o lisan-ı gaybın sînesine kulağını yapıştırıp dinlesen; derinden derine, gayet mûnis ve muknî, nihayet ciddî ve ulvî ve bürhan ile mücehhez bir sada-yı Semavî işiteceksin ki, öyle bir kat'iyetle لاَاِلَهَ اِلاَّهُوَ der ve tekrar eder ki; hakkal-yakîn derecesinde söylediğini, aynel-yakîn gibi bir ilm-i yakîni sana ifade ve ifaza ediyor...
Elhasıl: Herbirisi birer Güneş olan, Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm ile Furkan-ı Ahkem ki, biri: Âlem-i Şehadetin lisanı olarak bin mu’cizat içinde bütün Enbiya ve Asfiyanın taht-ı tasdiklerinde İslâmiyet ve Risâlet parmaklariyle işaret ederek bütün kuvvetiyle gösterdiği bir hakîkatı...
Diğeri: Âlem-i Gaybın lisanı hükmünde, kırk vücuh-u i'caz içinde, kâinatın bütün âyât-ı tekvîniyyesinin taht-ı tasdiklerinde, hakkaniyyet ve hidayet parmaklariyle işaret edip bütün ciddiyetiyle gösterdiği aynı hakîkatı.. Acaba o hakîkat, güneşden daha bâhir, gündüzden daha zâhir olmaz mı?
Ey dalâlet- âlûd mütemerrid insancık! (Hâşiye) Ateşböceğinden daha sönük kafa fenerinle nasıl şu güneşlere karşı gelebilirsin? Onlardan istiğna edebilirsin? Üflemekle onları söndürmeğe çalışırsın? Tuuuh! tuf.. senin o münkir aklına.. Nasıl o iki lisan-ı gayb ve şehadet, bütün âlemlerin Rabbi ve şu kâinatın sahibi namına ve O'nun hesabına söyledikleri sözleri ve dâvaları inkâr edebilirsin? Ey bîçâre ve sinekten daha âciz, daha hakîr! Sen necisin ki, şu kâinatın Sâhib-i Zülcelâl'ini tekzibe yelteniyorsun?
-----------------------------------------------
(Hâşiye) Bu hitab, Kur’ânı kaldırmağa çalışanadır.
Ses Yok