ÜÇÜNCÜ SIR: Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşâhede Rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcûdâtı ışıklandıran, bilbedâhe yine Rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyâcât içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye eden, bilbedâhe yine Rahmettir. Ve bir ağacın bütün hey’etiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insâna müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muâvenetine koşturan, bilbedâhe Rahmettir. Ve bu hadsiz fezâyı ve boş ve hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşâhede Rahmettir. Ve bu fâni insânı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir Zât’a muhatâb ve dost yapan, bilbedâhe Rahmettir.
Ey insân, mâdem Rahmet böyle kuvvetli ve cazibedâr ve sevimli ve mededkâr bir hakikat-ı mahbubedir. de. O hakikata yapış ve vahşet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyâcâtın elemlerinden kurtul ve O Sultan-ı Ezel ve Ebed’in tahtına yanaş ve O Rahmetin şefkatiyle ve şefâatiyle ve şuâ’âtıyla O Sultan’a muhatâb ve halîl ve dost ol!
Evet, kâinatın envaını hikmet dairesinde insânın etrafında toplayıp bütün hâcâtına kemâl-i intizâm ve inâyet ile koşturmak, bilbedâhe iki hâletten birisidir: Ya kâinatın herbir nev’i kendi kendine insânı tanıyor, ona itaat ediyor, muâvenetine koşuyor. Bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhâlâtı intâc ediyor. İnsan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir Sultan-ı Mutlak’ın kudreti bulunmak lâzım geliyor. Veyahut bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlak’ın ilmi ile bu muâvenet oluyor. Demek kâinatın envaı, insânı tanıyor değil; belki insânı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zât’ın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.
Ey insân! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva-ı mahlûkatı sana müteveccihen muâvenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine “Lebbeyk!” dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Mâdem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir ve kat’iyyen anla ki: Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakîr-i mutlak, fâni, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-ı Rahmettir. Elbette böyle bir Rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan i de; O Rahmetin vusulüne vesile ve o Rahmân’ın dergâhında şefâatçı yap.