Kalb ise, şu herbiri birer âyet-i mücesseme hükmünde olan şu ağaçlardan sırr-ı tevhidi, bu i’câzın ulüvv-ü nazmından okuyor. Yâni, hilkatlerinde o derece hârika bir intizâm, bir san’at, bir hikmet vardır ki: Bütün esbâb-ı kâinat birer fâil-i muhtar farz edilse ve toplansalar taklid edemezler.
Nefis ise, şu vaziyeti gördükçe; bütün rûy-i zemin, velvele-âlûd bir zelzele-i firakta yuvarlanıyor gibi gördü, bir zevk-i bâki aradı. “Dünya-perestliğin terkinde bulacaksın” mânâsını aldı.
Akıl ise, şu zemzeme-i hayvan ve eşcardan ve demdeme-i nebat ve havadan gayet mânidar bir intizâm-ı hilkât, bir nakş-ı hikmet, bir hazine-i esrar buluyor. Her şey, çok cihetlerle Sâni’-i Zülcelâl’i tesbih ettiğini anlıyor.
Heva-yı nefs ise şu hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet alıyor ki, bütün ezvak-ı mecâzîyi ona unutturup, o heva-yı nefsin hayatı olan zevk-i mecâzîyi terketmekle, bu zevk-i hakikatte ölmek istiyor.
Hayal ise, görüyor; güya şu ağaçların müekkel Melâikeleri içlerine girip herbir dalında çok neyler takılan ağaçları cesed olarak giymişler. Güya Sultan-ı Sermedî, binler ney sâdâsıyla muhteşem bir resm-i küşadda onlara onları giydirmiş ki; o ağaçlar câmid, şuursuz cisim gibi değil.. belki gayet şuurkârane mânidar vaziyetleri gösteriyorlar.