Bu hatvede: Nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş ni’metler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi:
sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.
Dördüncü Hatvede:
dersini verdiği gibi: Nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcûd bilir. Ondan bir nevi rubûbiyyet dâva eder. Mâbuduna karşı adavetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikatı derketmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki: Herşey nefsinde mânâ-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur. Fakat mânâ-yı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelâl’in Esmâsına âyinedârlık cihetiyle ve vazifedârlık itibariyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcûddur. Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücûdunda adem, ademinde vücûdu vardır. Yâni, kendini bilse, vücûd verse; kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yâni, vücûd-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikî’den gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziyâ-yı vücûdu; nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enaniyyeti bırakıp, bizzât nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikî’nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcûdâtı ve nihayetsiz bir vücûdu kazanır. Zira bütün mevcûdât, Esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcib-ül Vücûd’u bulan herşeyi bulur..