Sözler | YirmiDokuzuncu Söz | 507
(504-534)

Evet, hafî ve dakiktir. Çünki: Enva’-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebatın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyyenin tenebbühü, yâni uyanıp açılarak neşvünema bulması, o derece zâhir ve kesrette ve mebzuliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakikatı, hakikî olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş. Hem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi, yâni, mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâkdır, şeffaftır. Dest-i kudret, esbabın perdesini vaz’etmeyerek, doğrudan doğruya mübaşeret ediyor. Fakat, sâir şeylerdeki umûr-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyat-ı zâhiriyyeye menşe’ olmak için esbab-ı zâhiriyyeyi perde etmiştir.

ELHASIL: Denilebilir ki, hayat olmazsa; vücûd, vücûd değildir, ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyâsıdır. Şuur, hayatın nûrudur. Mâdemki, hayat ve şuur, bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve, mâdem şu âlemde bilmüşâhede bir intizâm-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir incisam-ı ahkem görünüyor. Mâdem, şu bîçâre perîşan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevil-hayat ile, zevil-ervah ile ve zevil-idrâk ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads ile ve kat’î bir yakîn ile hükmolunur ki; şu kusûr-u semâviyye ve şu büruc-u sâmiyyenin dahi kendilerine münâsib zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi, o nurânî sekeneler bulunur. “Nâr, nuru yakmaz.” Belki, “Ateş ışığa meded verir.” Mâdem, Kudret-i Ezeliyye, bilmüşâhede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halkeder ve gayet ehemmiyetle madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i lâtifeye çevirir ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyâsıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münâsib olan sâir seyyalat-ı lâtife maddeleri ihmâl edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ mânalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pekçok muhtelif ecnasları gibi pekçok muhtelif ruhânî mah-lûkları, o seyyalât-ı lâtife maddelerinden halkeder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhânî ve cin ecnaslarıdır. Melâikelerin ve ruhânîlerin kesretle vücûdlarını kabûl etmek ne derece hakikat ve bedihî ve mâkul olduğunu ve Kur’anın beyân ettiği gibi onları kabûl etmeyen, ne derece hilâf-ı hakikat ve hilâf-ı hikmet bir hurafe, bir dalalet, bir hezeyan, bir divânelik olduğunu şu temsile bak, gör:

Dinle
-