Evvelki âyet-i azîmenin azîm hazinesinden yalnız zamîrinde bir düstur-u belâğata istinad eden iki remzin mes’elemize münasebeti olduğu için, i’câz bahsinde beyân edildiği üzere yazacağız.
İşte Kur’an-ı Hakîm, Habîb-i Ekrem Aleyhi Efdalüssalâtü Ve Ek-melüsselâmın Mi’râcının mebde’i olan, Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâya olan seyranını zikrettikten sonra
der. Ve şu kelâm ile Sûre-i
da işaret olunan münteha-yı Mi’raca remzeden deki zamir, ya Cenâb-ı Hakk’a râcîdir veyahut Peygamberedir (A.S.M.). Peygambere göre olsa: Kanun-u belâğat ve münasebet-i siyak-ı kelâm şöyle ifade ediyor ki: Bu seyahat-ı cüz’iyyede bir seyr-i umumî ve bir urûc-u küllî var ki: Tâ Sidret-ül-Müntehâya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar merâtib-i külliyye-i Esmâiyyede; gözüne, kulağına tesadüf eden Âyât-ı Rabbâniyyeyi ve acâib-i san’at-ı İlâhiyyeyi işitmiş, görmüştür, der. O küçük cüz’î seyahatı hem küllî, hem mahşer-i acaib bir seyahatın anahtarı hükmünde gösteriyor.
Eğer zamir, Cenâb-ı Hakka râci olsa, şöyle oluyor ki: Bir abdini bir seya-hatta huzuruna dâvet edip, bir vazife ile tavzif etmek için, Mescid-i Haram’dan mecma-ı Enbiya olan Mescid-i Aksâya gönderip, enbiyalarla görüştürüp, bütün Enbiyaların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Sidret-ül Müntehâ’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi.
İşte çendan, o bir abddir ve o seyahat, bir mi’rac-ı cüz’îdir. Fakat bu abdin, bütün kâinata taallûk eden bir emanet beraberindedir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hak kendini, “bütün eşyayı işitir ve görür” sıfatıyla tavsif eder. Tâ o emânet, o nur, o anahtarın cihan-şümul ve muhît ve umum kâinata âmm ve bütün mahlûkata şâmil hikmetlerini göstersin.