Yine hatıra gelir ki: Dersiniz: “Evet olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vâki olmuyor? Bunun emsâli var mı ki kabûl edilsin? Emsali olmayan bir şey’in, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?”
Biz de deriz ki: Emsâli o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ: Her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim, aklıyle, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîîman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Mi’rac ile kâinatı arkasına atıp, huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülûk ile; Arşdan ve daire-i esmâ ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ, Şeyh-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi bâzı zâtların ihbarat-ı sâdıkaları ile; bir dakikada Arşa kadar uruc-u ruhânîleri oluyor. Hem ecsâm-ı nûrânî olan melâikelerin Arşdan ferşe, ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda uruc ediyorlar. Elbette bu kadar nümûneler gösteriyorlar ki: Bütün evliyaların sultanı, umum mü’minlerin imamı, umum ehl-i cennetin reisi ve umum melâikenin makbûlü olan Zât-ı Ahmediyyenin (A.S.M.) seyr ü sülûkuna medâr bir Mi’racı bulunması ve Onun makamına münâsib bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet mâkuldür ve şüphesiz vâkidir...
Hikmet-i Mi’rac nedir?
Elcevap: Mi’racın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve lâtiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bâzı işaretlerle, hakîkatları bilinmezse de vücûdları bildirilebilir. Şöyle ki:
Şu kâinatın hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i Ehadiyyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehasından tâ mebde’-i vahdete bir hayt-ı ittisal sûretinde bir Mi’rac ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına, kendine muhatâb ittihaz ederek, bütün zîşuur nâmına, makasıd-ı İlâhiyyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarıile, âyine-i mahlûkatında cemâl-i san’atını, kemâl-i Rubûbiyyetini müşahede etmek ve ettirmektir. Hem Sâni’-i âlem’in; âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtîhîdirler. Yâni bizzât sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnûatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever, çünki, masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âli, zîhayattır.