Yâni: Semânın müzeyyen tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lâmbayı takmak; gece gündüz hatlarıyla, kış yaz sahifelerinde mektûbât-ı Samedâniyyeyi yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek ve yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatların parlayan akrepleri misillü, kubbe-i semâda Kameri, zamanın saat-ı kübrâsına bir akrep yapmak; mütefavit çok hilâller sûretinde her geceye güya ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak, menzillerinde kemâl-i mizanla, dakik hesapla hareket ettirmek ve kubbe-i semâda parlayan, tebessüm eden yıldızlarla, göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı Rubûbiyyetin şeairidir. Zîşuura, O’nu iş’ar eden muhteşem bir ulûhiyyetin işaratıdır. Ehl-i fikri, îmana ve tevhide davet eder.
Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine
Hâme-i zerrîn-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta-i muzlim, çeşm-i dil erbabına
Sanki âyâtın Hudâ, nur ile tahrir eylemiş.
Bak, ne mu’ciz-i hikmet, iz’an-rubâ-yı kâinat;
Bak, ne âlî bir temaşadır fezâ-yı kâinat;
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,
Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
Bir Kadîr-i Zülcelâl’in haşmet-i sultanına
Birer bürhân-ı nur-efşanız vücûb-u Sânia, hem vahdete, hem kudrete şahidleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nazenin mu’cizâtı çün melek seyranına
Bu semânın arza bakan, Cennet’e dikkat eden, binler müdakkik gözleriz biz.
Tûbâ-yı hilkatten semâvat şıkkına, hep kehkeşan ağsanına
Bir Cemil-i Zülcelâl’in dest-i hikmetiyle takılmış, binler güzel meyveleriz biz.
Şu semâvat ehline birer mescid-i seyyar, birer hâne-i devvar, birer ulvî aşiyane,
Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareyiz biz...