İşte ey gafil! Şu kâinatın yüzüne bak ki: Birbiri içinde hadsiz mektûbât-ı Samedâniyye hükmünde olan sahâif-i mevcûdât ve her bir mektub üstünde hadsiz sikke-i tevhid mühürleriyle temhir edilmiş. Bütün bu mühürlerin şehadetlerini kim tekzib edebilir! Hangi kuvvet onları susturabilir! Kalb kulağı ile hangisini dinlesen
dediğini işitirsin.
Şu pencere, imkân ve hudûsa müesses umum mütekellimînin penceresidir. Ve isbat-ı Vâcib-ül-Vücûd’a karşı caddeleridir. Bunun tafsilâtını, “Şerh-ül Mevâkıf” ve “Şerh-ül Makasıd” gibi muhakkiklerin büyük kitablarına havale ederek, yalnız Kur’anın feyzinden ve şu pencereden ruha gelen bir-iki şuâı göstereceğiz. Şöyle ki:
Âmiriyyet ve hâkimiyyetin muktezâsı: Rakîb kabûl etmemektir, iştirâki reddetmektir; müdahaleyi ref’etmektir... Onun içindir ki; küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını ve nizâmını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilâyette iki vâli bulunsa, herc ü merc ederler. Bir memlekette iki pâdişah bulunsa, fırtınalı bir karmakarışıklığa sebebiyet verirler. Mâdem hâkimiyyet ve âmiriyyetin gölgesinin zaîf bir gölgesi ve cüz’î bir nümûnesi, muâvenete muhtaç âciz insânlarda böyle rakîb ve zıddı ve emsâlinin müdahalesini kabûl etmezse; acaba saltanat-ı mutlaka sûretindeki hâkimiyyet ve rububiyyet derecesindeki âmiriyyet, bir Kadîr-i Mutlak’ta ne derece o redd-i müdahale kanunu ne kadar esaslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et. Demek Ulûhiyyet ve Rububiyyetin en kat’î ve daimî lâzımı; vahdet ve infiraddır. Buna bir bürhân-ı bâhir ve şâhid-i kat’î, kâinattaki intizâm-ı ekmel ve insicam-ı ecmeldir. Sinek kanadından tut, tâ semâvat kandillerine kadar öyle bir nizâm var ki; akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından “Sübhânallah, Mâşâallah, Bârekâllah” der, secde eder. Eğer zerre miktar şerike yer bulunsa idi, müdahalesi olsa idi,