Zannımca lâfz ve nazım, san’atça cazibedâr olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı mânadan çevirmemek için perişan olması daha iyidir.
Şu eserimde üstadım: Kur’andır. Kitabım: Hayattır. Muhatâbım: Yine benim. Sen ise ey kàri! Müstemi’sin. Müstemi’in tenkide hakkı yoktur; beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez. Şu eserim, bu mübârek Ramazanın feyzi(*) olduğundan, ümid ederim ki: İnşâallah din kardeşimin kalbine tesir eder de lisanı bana bir dua-i mağfiret bahşeder veya bir Fâtiha okur...
(*) Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Said’den yetmiş dokuz emvat (**) bâ-âsam âlâma.
Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş.
Beraber ağlıyor (***) hüsrân-ı İslâm’a.
Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezârımla
Revânım sâha-i ukba-yı ferdâma.
Yakînim var ki: İstikbal semâvatı, zemin-i Asya
Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm’a.
Zira yemin-i yümn-i îmandır
Verir emn-ü eman ile enâma...
(*) Hattâ, tarihi
çıkmış. Yâni: “Ramazanın iki hilâlinden doğmuş bir edeb yıldızıdır.” (Bin üç yüz otuz yedi eder.)
(*) Bu kıt’a, O’nun imzasıdır.
(**) Her senede iki defa cisim tazelendiği için iki Said ölmüş demektir. Hem bu sene Said yetmişdokuz senesindedir. Herbir senede bir Said ölmüş demektir ki, bu tarihe kadar Said yaşayacak.
(***) Yirmi sene sonraki bu şimdiki hâli, hiss-i kablelvuku’ ile hissetmiş.