Herbir âdil zât, ihkak-ı hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sâhiblerini minnetdar etmekle keyiflenir; hüner sâhibi herbir san’atkâr, san’atını teşhir etmekle ve san’atının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.
İşte bu mezkûr düstûrların herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kâinatta ve âlem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin Esmâ-i İlâhîyyede cereyan ettiklerini gösteren üç misâl, Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıfında îzah edilmiştir. Bir hülâsası bu makamda yazılması münâsib olduğundan, deriz:
Nasılki meselâ gâyet merhametli, sehâvetli, gâyet kerîm âlîcenab bir zât, fıtratındaki âlî seciyelerin muktezasiyle büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanları bindirip, gâyet mükemmel ziyâfetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek denizlerde Arz’ın etrafında gezdirir ve kendisi de onların üstünde, onları mesrûrane temaşa ederek o muhtaçların minnetdarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder. Mâdem böyle bir tevziat me’muru hükmünde olan bir insan, böyle cüz’î bir ziyâfet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa.. elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmanî olan Küre-i Arz gemisine bindirerek; rûy-i zemîni, envâ-ı mat’umatla ve bütün duyguların ezvak ve erzakiyle doldurulmuş bir sofra-i Rabbânîye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnetdar ve mesrur mahlûkatını âktar-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber, dâr-ı bekada Cennetlerinden herbirini ziyâfet-i dâime için birer sofra yapan Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’a âid olarak o mahlûkatın teşekkürlerinden ve minnetdarlıklarından ve mesrûriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve ta’birinde âciz olduğumuz ve me’zun olmadığımız şuunat-ı İlâhîyyeyi, “memnuniyet-i mukaddese” “iftihar-ı kudsî” ve “lezzet-i mukaddese” gibi isimlerle işâret edilen maânî-i Rubûbiyettir ki, bu dâimî faaliyeti ve mütemadi hallakıyeti iktiza eder.
Hem meselâ bir mahir san’atkâr, plâksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese; san’atkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur; kendi kendine “MÂŞÂALLAH” der. Mâdem îcadsız ve surî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcûdâtın Sâni-i Hakîm’i, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâiyle sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir Musikî-i İlâhîyye ve bir fabrika-i acîbe yapmakla beraber, kâinatın herbir nev’ini, herbir âlemini ayrı bir san’atla ve ayrı san’at mu’cizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında birer fonoğraf,