Bu âlemde yardım isteyen bir musîbetzedeye kemâl-i sür’atle yardım ediliyor. Dergâh-ı izzete iltica eden kurtuluyor. Sual eden sâillerin istekleri veriliyor. En âdi bir zîhayatın sesi işitiliyor ve hâceti kabul ediliyor. İşte böyle bir şefkat sâhibi, nev’-i beşerin en büyük, en lâzım, en zarûri, şedîd bir hâceti hakkında, bütün insanlar nâmına yaptığı duâda istediği Cennet’i ve saadet-i ebediyeyi ve “Ba’sü ba’del mevt”i yapacaktır. Bilhassa o reis-i muhteremin şu umûmî duâsına, bütün zevilhayat, bütün mahlûkat “Âmin! Âmin!” diyorlar.
Bak, o zât öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip duâ ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı, esfel-i safilîn olan fenâyı mutlaka sukûttan, kıymetsizlikten, fâidesizlikten, abesiyetten âlâyı illiyyin olan kıymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektûbât-ı samedânîye olması derecesine çıkarıyor. Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdâdkârâne ile istiyor ve öyle tatlı bir niyâz-ı istirhamkârâne ile yalvarıyor ki, güya bütün mevcûdâta, semavâta, arşa işittirip, vecde getirip, duâsına “Âmin! Allahümme âmin!” dedirtiyor.
Acaba bütün benî Âdemi arkasına alıp, şu arz üstünde durup, arş-ı azama müteveccihen el kaldırıp, nev’-i beşerin hülâsa-i ubûdiyetini câmi hakîkat-ı ubûdiyet-i Ahmediye (A.S.M.) içinde duâ eden şu şeref-i nev’-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i kâinat ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcûdât âyinelerinde cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhîye ile beraber istiyor; o esmâdan şefâat taleb ediyor, görüyorsun.
Eğer, âhiretin hesabsız esbâb-ı mûcibesi, delâil-i vücûdu olmasa idi, yalnız şu zâtın tek duâsı, baharımızın îcadı kadar Hâlık-ı Rahîm’in kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti. Demek nasılki o zâtın risâleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi,
sırrına mazhar oldu; onun gibi, ubûdiyeti dahi öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.