Üstâdım İmâm-ı Rabbânî aşk-ı mecâzîyi makam-ı nübüvvete pek münâsib görmediği için demiş ki: “Mehâsin-i Yusufiye, mehâsin-i uhreviye nev’inden olduğundan, ona muhabbet ise mecâzî muhabbetler nev’inden değildir ki, kusur olsun.” Ben de derim: “Ey Üstad! O, tekellüflü bir te’vildir; hakîkat şu olmak gerektir ki: O, muhabbet değil, belki yüz def’a muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.” Evet şefkat bütün envâiyle latif ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok envâına tenezzül edilmiyor.
Hem şefkat pek geniştir. Bir zât, şefkat ettiği evlâdı münâsebetiyle bütün yavrulara, hatta zîruhlara şefkatini ihâta eder ve Rahîm isminin ihâtasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbûbuna hasr-ı nazar edip, herşey’i mahbûbuna feda eder; yahut mahbûbunu i’lâ ve sena etmek için, başkalarını tenzil ve ma’nen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: “Güneş mahbûbumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.” Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz İsm-i Â’zamın bir sahife-i nurânîsi olan Güneş’i böyle utandırıyorsun?
Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; sâfi ve ivazsızdır... Hatta en âdi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri buna delildir. Halbuki aşk ücret ister ve mukabele taleb eder. Aşkın ağlamaları, bir nevi talebdir, bir ücret istemektir.
Demek suver-i Kur’âniyenin en parlağı olan, Sûre-i Yusuf’un en parlak nuru olan Hazret-i Yâkub’un (A.S.) şefkati, ism-i Rahman ve Rahîm’i gösterir ve şefkat yolu, rahmet yolu olduğunu bildirir ve o elem-i şefkate devâ olarak da dedirir.
Said Nursî