Tılsımlar Mecmuası | Yirmi Dördüncü Mektup | 67
(65-80)
Ey kanaatsız hırslı ve iktisadsız israflı ve haksız şekvâlı gâfil insan! Kat'iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretlibir küfrandır. Ve iktisad, ni'mete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, ni'mete çirkin ve zararlı bir istihfafdır. Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen “Yâ Sabûr” de ve sabır iste; hakkına râzı ol, teşekkî etme. Kimden kime şekvâ ettiğini bil, sus. Her halde şekvâ etmek istersen; nefsini, Cenâb-ı Hakka şekvâ et; çünki kusur ondadır.
İkinci Remiz: On Sekizinci Mektubun âhirki mes'elesinin âhirinde denildiği gibi, Hâlik-ı Zülcelâl; hayret-nümâ, dehşet-engiz bir sûrette bir faaliyet-i Rubûbiyyetiyle, mevcudatı mütemadiyen tebdil ve tecdit ettiğinin bir hikmeti budur: Nasılki mahlûkatta faaliyet ve hareket; bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki: Herbir faaliyette, bir lezzet nev'i vardır; belki herbir faaliyet, bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi, bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemaldir. Mâdem faaliyet; bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle işaret eder. Ve mâdem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcib-ul-Vücud, zât ve sıfat ve ef'âlinde, bütün enva'-ı kemâlâta câmidir; elbette o Zât-ı Vâcib-ül-Vücud'un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-i Zâtîsine ve gına-i mutlakına muvafık bir sûrette, ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münasip bir şekilde; hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır. Elbette o şefkat-i mukaddeseden ve o muhabbet-i münezzeheden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes vardır. Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes vardır. Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tâbir-i câiz ise, hadsiz bir lezzet-i mukaddese vardır. Ve elbette o lezzet-i mukaddese ile beraber; hadsiz onun merhameti cihetiyle faaliyet-i kudreti içinde, mahlûkatının istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş'et eden, o mahlûkatın memnûniyetlerinden ve kemallerinden gelen Zât-ı Rahman ve Rahîme ait, tâbiri câiz ise, hadsiz memnuniyet-i mukad-dese ve hadsiz iftihar-ı mukaddese vardır ki; hadsiz bir sûrette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. Ve o hadsiz faaliyet dahi, hadsiz bir tebdil ve tağyir ve tahvil ve tahribi dahi iktiza ediyor.Ve o hadsiz tağyir ve tebdil dahi; mevt ve ademi, zeval ve firakı iktiza ediyor...
Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnûâtın gayelerine dâir gös-terdiği faideler nazarımda çok ehmmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalâletine düşer veya Sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni'i inkâr eder veya Hâlika “mûcib-i bizzat” der.
İkinci Remiz: On Sekizinci Mektubun âhirki mes'elesinin âhirinde denildiği gibi, Hâlik-ı Zülcelâl; hayret-nümâ, dehşet-engiz bir sûrette bir faaliyet-i Rubûbiyyetiyle, mevcudatı mütemadiyen tebdil ve tecdit ettiğinin bir hikmeti budur: Nasılki mahlûkatta faaliyet ve hareket; bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki: Herbir faaliyette, bir lezzet nev'i vardır; belki herbir faaliyet, bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi, bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemaldir. Mâdem faaliyet; bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle işaret eder. Ve mâdem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcib-ul-Vücud, zât ve sıfat ve ef'âlinde, bütün enva'-ı kemâlâta câmidir; elbette o Zât-ı Vâcib-ül-Vücud'un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-i Zâtîsine ve gına-i mutlakına muvafık bir sûrette, ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münasip bir şekilde; hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır. Elbette o şefkat-i mukaddeseden ve o muhabbet-i münezzeheden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes vardır. Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes vardır. Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tâbir-i câiz ise, hadsiz bir lezzet-i mukaddese vardır. Ve elbette o lezzet-i mukaddese ile beraber; hadsiz onun merhameti cihetiyle faaliyet-i kudreti içinde, mahlûkatının istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş'et eden, o mahlûkatın memnûniyetlerinden ve kemallerinden gelen Zât-ı Rahman ve Rahîme ait, tâbiri câiz ise, hadsiz memnuniyet-i mukad-dese ve hadsiz iftihar-ı mukaddese vardır ki; hadsiz bir sûrette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. Ve o hadsiz faaliyet dahi, hadsiz bir tebdil ve tağyir ve tahvil ve tahribi dahi iktiza ediyor.Ve o hadsiz tağyir ve tebdil dahi; mevt ve ademi, zeval ve firakı iktiza ediyor...
Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnûâtın gayelerine dâir gös-terdiği faideler nazarımda çok ehmmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalâletine düşer veya Sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni'i inkâr eder veya Hâlika “mûcib-i bizzat” der.
Ses Yok