Tılsımlar Mecmuası | Yirmi Dördüncü Mektup | 68
(65-80)
İşte o zaman rahmet-i İlâhiyye, Hakîm ismini imdadıma gönder-di; bana da masnûâtın büyük gâyelerini gösterdi. Yâni her bir masnu'; öyle bir mektub-u Rabbânîdir ki; umum zîşuur onu mütalâa eder. şu gaye bir sene bana kâfi geldi. Sonra san'attaki hârikalar inkişaf etti, o gâye kâfi gelmemeye başladı. Yâni: Her bir masnû'un en mühim gayeleri Sâniine bakar; O'nun kemâlât-ı san'atını ve nukuş-u esmâsını ve murassaât-ı hikmetini ve hedâyâ-yı rahmetini, O'nun nazarına arz etmek ve cemal ve kemâline bir âyine olmaktır, bildim. Şu gaye hayli zaman bana kâfi geldi. Sonra san'at ve îcad-ı eşyadaki hayret-engiz faaliyet içinde, gayet derecede sür'atli tağyir ve tebdildeki mu'cizat-ı kudret ve şuûnât-ı Rububiyyet göründü. O vakit bu gaye dahi kâfi gelmemeye başladı. Belki şu gaye kadar büyük bir muktazî ve daî dahi lâzımdır bildim. İşte o vakit, şu ikinci Remizdeki muktazîler ve gelecek işaretlerdeki gayeler gösterildi. Ve yakînen bana bildirildi ki: “Kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyr-ü seyelân-ı eşya o kadar mâni-dardır ki; o faaliyet ile Sâni'-i Hakîm, envâ-ı kâinatı konuşturuyor...” Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcudları ve hareketleri, onla-rın, o konuşmalarındaki kelimelerdir; ve taharrük ise, bir tekellümdür. Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümât-ı tesbihiy-yedir. Ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatın ve envâının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır.
Üçüncü Remiz:
Eşya, zeval ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten dâire-i ilme geçiyor; âlem-i şehadetten, âlem-i gayba gidiyor; âlem-i tegayyür ve fenadan, âlem-i nûra, bekaya müteveccih oluyor. Hakîkat nokta-i nazarında eşyadaki cemâl ve kemâl; Esmâ-i İlâhiyyeye âittir ve onların nukuş ve cilveleridir. Madem o esmâ bâkidirler ve cilveleri dâimîdir; elbette nakışları teceddüd eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenaya gitmiyor; belki, yalnız, îtibârî taayyünleri değişir; ve medâr-ı hüsün ve cemal ve mazhar-ı feyz ve kemâl olan hakîkatları ve mâhiyetleri ve hüviyet-i misâliyeleri bâkidirler. Zîruh olmayanlar, doğrudan doğruya onlardaki hüsün ve cemâl, Esmâ-i İlâhiyeye âittir; şeref onlaradır; medih onların hesabına geçer; güzellik onlarındır; muhabbet onlara gider, o âyinelerin değişmesiyle onlara bir zarar îras etmez. Eğer zîruh ise, zevil-ukulden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem ve fenâ değil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini bâkî olan ervahlarına devrederek; onların, o ervah-ı bâkiyeleri dahi birer esmâ-i İlâhiyyeye istinad ederek devam eder; belki, kendine lâyık bir saâdete gider. Eğer o zîruhlar zevil-ukulden ise; zâten saâdet-i ebediyyeye ve maddî ve ma’nevî kemalâta medar olan âlem-i bekâya ve o Sâni'-i Hakîmin dünyadan daha güzel, daha nuranî olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr-ü seferdir; bir mevt ü adem ve zeval ü firak değil, belki kemâlâta kavuşmaktır.
Ses Yok