gibi hadsiz hakîkatları buna şahiddir. Kur’anın herbir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi, i’câz ve hidâyet nurunu neşr ile küfrün zulümâtını nasıl dağıttığını görmek, zevketmek istersen; kendini o asr-ı câhiliyyette ve o sahrâ-yı bedeviyyette farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’anın lisan-ı ulviyyesinden
gibi âyetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcûdât âlem
sadasıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpâre olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkât,
sayhasıyla işitenlerin nazarında; gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nümâ, birer nur-u hakîkat-edâ; ve arz bir kafa; berr ve bahr birer lisan; ve bütün hayvanat ve nebâtat birer kelime-i tesbih-feşan sûretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa bu zamandan tâ o zamânâ bakmakla, mezkûr zevkin dekaikını göremezsin. Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zaman ile ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sâir neyyirat-ı İslâmiyye ile parlayan ve Kur’anın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’câz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve bir çok enva’-ı i’câzı içinde bu nev-i i’câzını zevk edemezsin. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân’ın en yüksek bir derece-i i’câzına bakmak istersen, şu temsili dinle, bak. Şöyle ki:
Gayet yüksek ve garib ve gayetle yayılmış acib bir ağaç farzedelim ki; o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyyet içinde saklanmış. Mâlûmdur ki: Bir ağacın, insânın a’zaları gibi; onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenâsüb, bir muvâzenet lâzımdır. Her bir cüz’ü, o ağacın mâhiyetine göre bir şekil alır, bir sûret verilir.