Meselâ: Bütün daire-i imkân ve daire-i vücûba bakan, hem o iki şecere-i azîmenin bir tek dalı hükmünde olan îmanın erkân-ı sittesi ve o erkânın bütün dal ve budakları, tâ en ince meyve ve çiçekler aralarında o kadar bir tenâsüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvazenet sûretinde târif eder ve o mertebe bir tenâsüb tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrâkinden âciz ve hüsnüne hayran kalır. Ve o îmân dalının bir budağı hükmünde olan İslâmiyyet’in erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın tâ en ince teferruatı ve en küçük âdâbı ve en uzak gâyâtı ve en derin hikemîyyâtı ve en cüz’î semeratına varıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenâsüb ve kemâl-i münasebet ve tam bir muvazenet muhafaza edildiğine delil: O Kur’an-ı câmiin nusus ve vücuhundan ve îşârat ve rumuzundan çıkan Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiyyenin kemâl-i intizâmı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenâsübü ve resaneti; cerhedilmez bir şahîd-i âdil, şüphe getirmez bir bürhân-ı katı’dır. Demek oluyor ki; beyânât-ı Kur’aniyye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhita istinad ediyor ve cemi’ eşyayı birden görebilir, ezel ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır.
bu hakîkata işaret eder.