Sözler | OnDördüncü Söz | 166
(163-175)

Meselâ Sâni’-i Zülcelâl’in Esmâ-i Hüsnâsından Nur isminin bir kesif âyinesi hükmünde olan güneşin, emr-i Rabbânî ve teshir-i İlâhî ile mazhar olduğu vazifeler, şu hakîkatı fehme takrib eder. Şöyle ki:

Güneş ulviyyetiyle beraber bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların zâtlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsâliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği halde o şeffaf şeyler ise, binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vecihle müteessir edemezler; kurbiyyet dâva edemezler. Hem o Güneş, her şeffaf zerreye, hattâ ziyâsı nereye girmiş ise orada hâzır ve nâzır gibi olduğu, o zerrenin kabiliyet ve rengine göre Güneşin aksi ve bir nevi timsâli görünmesiyle anlaşılır. Hem Güneşin âzamet-i nûrâniyyeti derecesinde ihâtası, nüfûzu ziyâdeleşir. Nûrâniyyet âzametindendir ki, en küçük ufak şeyler, ondan gizlenip kaçamazlar. Demek âzamet-i kibrîyâsı, cüz’î ve ufak şeyleri, nûrâniyyet sırrıyla harice atmak değil; bilâkis daire-i ihâtasına alıyor. Hem güneşi, mazhar olduğu cilvelerde ve vazifelerde farz-ı muhal olarak fâil-i muhtar farzetsek, o derece sühulet ve sür’at ve vüs’at içinde, zerreden, katreden, deniz yüzünden, seyyârata kadar izn-i İlâhî ile öyle işliyor ki, şu tasarrufat-ı azîmeyi yalnız bir mahz-ı emir ile yapar, tahayyül edilebilir. Zerre ile seyyâre, emrine karşı müsavidirler. Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemâl-i intizâm ile verir. İşte, semâ denizinin yüzünde ziyâdar bir kabarcık ve Kadîr-i Mutlak’ın Nûr isminin cilvesine kesif bir âyinecik olan şu güneşin, bilmüşâhede şu hakîkatın üç esasının nümûnelerine mazhar olduğunu görüyoruz. Elbette güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde,

olan Zât-ı Zülcelâl, herşey’e, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hâzır ve nâzır ve eşya Ondan gayet uzak olduğuna, hem o derece külfetsiz, muâlecesiz, sühuletle işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin sür’at ve sühûletiyle îcad eder gibi anlaşıldığına; hem hiçbir şey, cüz’î-küllî, küçük-büyük, daire-i kudretinden hârice çıkmadığına ve kibriyâsı ihâta ettiğine şuhud derecesinde bir yakîn-i îmanî ile îmân ederiz ve îmân etmek gerektir.


Beşincisi:

Dinle
-