BEŞİNCİ NÜKTE: İnsân, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş. Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insânı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehdidler edilmiş. Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insânîyyetin ve ubudiyyetin esasâtını şurada icmâl edeceğiz. Tâ ki, “Ahsen-i takvim” sırrı anlaşılsın.
İşte insân, şu kâinata geldikten sonra “iki cihet” ile ubûdiyeti var: Bir ciheti; gaibane bir sûrette bir ubûdiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri; hâzırâne, muhatâba sûretinde bir ubûdiyyeti, bir münacatı vardır.
Birinci vecih şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı rubûbiyyeti, ita-atkârane tasdik edip kemâlâtına ve mehâsinine hayretkârane nezaretidir.
Sonra, Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyyenin nukuşlarından ibaret olan bedi’ san’atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.
Sonra, herbiri birer gizli hazine-i mânevîyye hükmünde olan Esmâ-i Rabbâniyyenin cevherlerini idrâk terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir.
Sonra kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcûdât sahi-felerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârane tefekkürdür.
Sonra, şu mevcûdâttaki zînetleri ve lâtif san’atları istihsankârâne temaşa etmekle onların Fâtır-ı Zülcemâl’inin mârifetine muhabbet etmek ve onların Sâni’-i Zülkemâl’inin huzuruna çıkmağa ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.
İkinci Vecih, huzur ve hitab makamıdır ki; eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni’-i Zülcelâl, kendi san’atının mu’cizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da îman ile mârifet ile mukabele eder.
Sonra görür ki: Bir Rabb-ı Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini Ona sevdirir.
Sonra görüyor ki: Bir Mün’im-i Kerîm, maddî ve mânevî ni’metlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da ona mukabil; fiiliyle, hâliyle, kâliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleri ile, cihâzâtı ile şükür ve hamd ü senâ eder.