Hem, şu herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak’tan bilir, esbabı bir perde telâkki eder fakir adam, o da “Reşha” olsun. Öyle bir “Reşha” ki, kendi zâtında fâkirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp “Zühre” gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki, onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya Güneş’in timsalini gözbebeğinde saklıyor. Şimdi mâdem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız. Bizde ne var? Ne yapacağız?..
İşte bakıyoruz ki: Bir Zât-ı Kerim, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsân ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana, kurbiyyet ister ve görmek taleb eder. Öyle ise, herbirimiz istidadımıza göre o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. Ey “Zühre-misâl!” Sen gidiyorsun, fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyyeye geldin. Gûya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki zühre, kesif bir âyinedir. Onda ziyâdaki yedi renk inhilal ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen, sevdiğin Güneş’in yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünki; kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde sûretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş’et eden firaktan kurtulamazsın. Lâkin bir şart ile kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsini ile telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki Güneş’in yüzüne atasın. Hem başaşağı celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki Şems’e çeviresin. Çünki: Sen, O’nun âyinesisin. Vazifen, âyinedârlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir. Evet nasıl bir çiçek, Güneş’in küçücük bir âyinesidir. Şu koca Güneş dahi gök denizinde Şems-i Ezelî’nin “NUR” isminden tecelli eden bir lem’anın katre-misâl bir âyinesidir. Ey kalb-i insânî! Sen, nasıl bir Güneş’in âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat, Güneş’i, nefs-ül emirde nasıl ise öyle göremezsin. O hakîkatı, çıplak anlamazsın. Belki senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir ve kesafetli dûrbînin bir sûret takar. Ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıd altına alır.
Şimdi sen dahi ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin Katre-i fikrin dûrbîniyle, felsefenin merdiveniyle tâ Kamer’e kadar terakki ettin, Kamer’e girdin. Bak, Kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyâsı var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin zulüma-tından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervah-ı habisenin iz’âcatından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlar ile kurtulabilirsin ki, tabiat gecesini terkedip hakîkat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları, gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.