Meselâ: “Gıybet, katil gibidir.” Demek gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katil gibi bir zehr-i katilden daha muzırdır. Meselâ: Bir güzel söz, bir abdi âzad etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer. Şimdi tergib ve teşvik için o mübhem ferd-i mükemmel, mutlak bir sûrette her yerde bulunmasının imkânını, vâki bir sûrette göstermekle hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir. Hem de şu âlemin mikyasıyla âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne müvazi gelemez. Sevab-ı a’mâl o âleme baktığı için, dünyevî nazarımız ona dar geliyor. Aklımıza sığıştıramıyoruz.
Meselâ:
yâni:
İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyâde nazar-ı dikkatini celbeden şu gibi rivayetlerdir. Hakîkatı şudur ki: Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Mûsa ve Hârun Aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyâc içinde bir abdine birtek virde mukabil vereceği hakîkat-ı sevab, O iki zâtın sevablarına -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi olabilir. Meselâ: Bedevî, vahşi bir adam hiç pâdişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdud fikriyle bir pâdişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sâde-dil bir tâife var ki, eskiden diyorlardı ki: Pâdişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor. Demek onlar, pâdişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir sûrette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin pâdişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim. Yâni bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim.” O söz hakîkattır. Çünki; haşmet-i pâdişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.