İşte dünya nazarıyla dar fikrimizle âhirete müteveccih hakaik-i sevabiyyeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Mûsa (A.S.) ve Hârun’un (A.S.) meçhulümüz olan hakikî sevabları ile müvazene değil, -çünki Teşbih kaidesi, meçhulü mâlûma kıyas eder- belki müvazene edilen ve mâlûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü’minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazret-i Mûsa (A.S.) ve Hârun’un (A.S.) deniz-misâl âyine-i ruhlarına in’ikas eden mahiyyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mahiyyet-i sevabdır. Mâhiyetçe, kemiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir. Hem bâzan olur ki; birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bâzı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur’an kadar faide verebilir. Hem İsm-i âzama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediyye ile İsm-i âzam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibariyle kemiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilâf-ı hakîkat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasılki bir zerrecik bir şişede, semâvât nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, Niyyet-i hâlise ile şeffafiyyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nurânî sevab ve fazilet yerleşebilir.
Netice-i Kelâm: Ey insafsız ve dikkatsiz ve îmanı zaîf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! “Şu On Aslı” nazara al. Sonra sen hilâf-ı hakîkat ve kat’î muhalif-i vâki gördüğün bir rivâyeti bahâne ederek Ehadîs-i Şerifeye ve dolayısıyla Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mertebe-i ismetine halel verecek ítiraz parmağını uzatma! Zira evvelâ o “On Aslın” on dairesi, seni inkârdan vazgeçirir. “Hakikî bir kusur varsa bize aittir” derler, Hadîse raci’ olamaz. “Eğer hakikî değilse, senin sû’-i fehmine aittir” derler. Elhasıl: İnkâr ve redde gitmek için, şu “On Aslı” tekzib ve ibtal etmek lâzım gelir. Şimdi insafın varsa bu “On Usûlü” kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakîkat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma! “Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır” de, ilişme.