Tatlîk etse, talâkı vâki olur.Bir cinâyet etse, ceza görür. Fakat sû’-i ihtiyarıyla olmazsa, talâk vâki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı zaruret derecesinde mübtelâ olsa da, diyemez ki: “Zarurettir, bana helâldir.”
İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insânları mübtelâ eden bir beliyye-i âmme sûretine giren çok umûrlar vardır ki; sû’-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medâr olup, haramı helâl etmeye medâr olamazlar. Halbuki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı Şer’iyyeye medâr yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir, semâvî olamaz, Şer’î değil. Halbuki semâvat ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa; o tasarruf o müdahale merduddur. Meselâ: bâzı gafiller, hutbe gibi bâzı şeâir-i İslâmiyyeyi, Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi, iki sebeb için istihsan ediyorlar.
Birincisi: “Tâ, siyaset-i hâzıra avâm-ı müslimîne de o sûretle tefhim edilsin.” Halbuki siyaset-i hâzıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir. Halbuki minber, vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyyenin hakkı yoktur ki, o makam-ı âlîye çıkabilsin.
İkinci sebeb: “Hutbe, bâzı suver-i Kur’aniyyenin nasihatları anlaşılmak içindir.” Evet eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve mâlûm olan ahkâmını, ekseriyet itibariyle imtisâl edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer’iyye ve mesâil-i dakika ve nasâyih-i hafiyyeyi anlamak için, bildiği lisan ile hutbe okunması ve suver-i Kur’aniyyenin -eğer mümkün olsaydı- tercümesi (Hâşiye) belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekat, orucun vücûbu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi mâlûm olan ahkâm-ı kat’iyye-i İslâmiyye mühmel kalıyor. Avâm-ı nas, onların vücûbunu ve haramiyetini ders almağa muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve îmân hissini tahrik etmekle imtisâllerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki bir âmi ne kadar câhil dahi olsa, Kur’an’dan ve hutbe-i Arabiyyeden şu meal-i icmâliyyeyi anlar ki: “Herkese ve bana mâlûm olan îmânın rükünlerini ve İslâmiyet’in umdelerini hatib ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tâbirat var ki; arş-ı âzamdan gelen Kur’an-ı Hakîm’in i’câzkârane, müfehhîmâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin!
Hâşiye: İ’câza dair olan Yirmi beşinci Söz, Kur’anın hakikî tercümesi mümkün olmadığını göstermiştir.