İşte küre-i arza müekkel melek dahi, âlem-i melekûtta şu mânâyı göstermek için öyle görülmek lâzımdır. Hattâ ben, mutavassıt bir bâdem ağacı gördüm ki: Kırka yakın baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım, kırka yakın dili hükmünde küçük dalları var. Sonra o küçük dalının bir diline baktım, kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim, herbir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntâzam püskülleri, renkleri ve san’atları gördüm ki; herbiri Sâni’-i Zülcelâl’in ayrı ayrı birer cilve-i esmâsını ve birer ismini okutturuyor. İşte hiç mümkün müdür ki, şu bâdem ağacının Sâni’-i Zülcelâl’i ve Hakîm-i Zülcemâl’i, bu câmid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun mânasını bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ı İlâhiyyeye takdim eden, ona münâsib ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin?
Ey arkadaş! Şuraya kadar beyânâtımız, kalbi kabûle ihzâr etmek ve nefsi teslime mecbur etmek ve aklı iz’âna getirmek için bir mukaddeme idi. Eğer o mukaddemeyi bir derece fehmettin ise, melâikelerle görüşmek istersen hâzır ol. Hem evham-ı seyyieden temizlen. İşte Kur’an
âlemi kapıları açıktır. İşte Kur’an cenneti dır; gir bak. Melâikeyi o Cennet-i Kur’aniyye içinde güzel bir sûrette gör. Herbir âyet-i tenzil, birer menzildir. İşte şu menzillerden bak:
Hem dinle:
Senalarını işit. Eğer cinnîlerle görüşmek istersen:
surlu sureye gir, onları gör, dinle ne diyorlar. Onlardan ibret al. Bak, diyorlarki: