Hem bir kısım felâsife, “Cüz’iyata ilm-i İlâhî taallûk etmiyor” diye ilm-i İlâhînin âzametli ihâtasını nefyedip, bütün mevcûdâtın şehâdât-ı sâdıkalarını reddetmişler. Hem felsefe, esbaba tesir verip, tabiat eline îcad verir. Yirmiikinci Söz’de kat’î bir sûrette isbat edildiği gibi; her şeyde Hâlık-ı Külli Şey’e has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, câmid, şuûrsuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyyet verip, binler hikmet-i âliyyeyi ifade eden ve herbiri birer mektûbât-ı Samedâniyye hükmünde olan mevcûdâtın bir kısmını ona mal eder.
Hem, Onuncu Söz’de isbat edildiği gibi, Cenâb-ı Hak bütün esmâsıyla ve kâinat bütün hakaikıyla ve silsile-i Nübüvvet bütün tahkikatıyla ve Kütüb-ü Semâviyye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyyet isnad etmişler. İşte bu hurafatlara sâir mes’elelerini kıyas edebilirsin. Evet şeytanlar, güya ene’nin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalâlet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâgutlardandır.
Geçen hakîkatı tenvir edecek bir seyahat-ı hayâliyye sûretinde nim-manzum olarak “Lemeât”ta yazdığım bir vâkıa-i mîsâliyyenin meâlini şurada zikretmeğe münasebet geldi. Şöyle ki:
Bu risalenin te’lifinden sekiz sene evvel İstanbul’da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefe ile münasebette bulunan Eski Sâid’in Yeni Sâid’e inkılâb edeceği bir hengâmdadır ki, Fâtiha-i Şerife’nin âhirinde
ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken şöyle bir vâkıa-i hayaliyye, bir hâdise-i misâliyye, rü’yâya benzer bir hâdise gördüm ki:
Kendimi, bir sahra-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü; karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesîm var, ne ziyâ, ne âb-ı hayat.. hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahlûklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim.