İkinci Mes’ele: Eşyanın sırr-ı Kayyûmiyetle münâsebetdar faidelerinin ve hikmetlerinin bir kısmına işâret etmeyi, bu makam iktiza ediyor.
Evet herşeyin hikmet-i vücûdu ve gaye-i fıtratı ve faide-i hilkatı ve netice-i hayatı üçer nevidir:
Birinci nevi, kendine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar.
İkinci nevi, daha mühimdir ki: Herşey, umum zîşuur mütâla’a edebilecek ve Fâtır-ı Zülcelâl’in cilve-i esmâsını bildirecek birer âyet, birer mektub, birer kitab, birer kaside hükmünde olarak ma’nalarını hadsiz okuyucularına ifade etmesidir.
Üçüncü nevi ise, Sâni-i Zülcelâl’e aittir, ona bakar. Herşeyin faidesi ve neticesi kendine bakan bir ise, Sâni-i Zülcelâl’e bakan yüzlerdir ki, Sâni-i Zülcelâl kendi acâib-i san’atını kendisi temaşa eder; kendi cilve-i esmâsına, kendi masnuatında bakar. Bu âzamî üçüncü nevide, bir sâniye kadar yaşamak kâfidir.
Hem herşeyin vücûdunu iktiza eden bir sırr-ı Kayyûmiyet var ki, Üçüncü Şuâ’da îzah edilecek.
Bir zaman tılsım-ı kâinat ve muammâyı hilkat cilvesiyle mevcûdâtın hikmetlerine ve faidelerine baktım, dedim: “Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar?” Onların şahsına bakıyorum; muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye temaşâgâha gönderilmiş. Halbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup; faidesiz boşuboşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksad nedir? diye çok merak ediyordum. O zaman mevcûdâtın, husûsan zîhayatın dünya dershânesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lütf-u İlâhî ile buldum. O da şudur: Herşey, husûsan zîhayat, gâyet ma’nidar bir kelime, bir mektub, bir Kaside-i Rabbânîdir; bir İ’lânâme-i İlâhîdir. Umum zîşuurun mütalâasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalâacılara ma’nasını ifade ettikten sonra, lafzı ve hurufu hükmündeki sûret-i cismaniyesi kaybolur. Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi geldi. Bir sene sonra masnuatta ve bilhassa zîhayatlarda bulunan çok harika ve pek ince san’atın mu’cizeleri inkîşaf etti. Anladım ki: Bu çok ince ve çok harika olan dekaik-ı san’at, yalnız zîşuurların nazarlarına ifade-i ma’na için değildir. Gerçi herbir mevcûdu, hadsiz zîşuurlar mütâla’a edebilir. Fakat hem onların mütâla’ası mahduddur, hem de herkes o zîhayatın bütün dekaik-ı san’atına nüfuz edemezler. Demek zîhayatların en mühim netice-i hilkatı ve en büyük gaye-i fıtratı, Zât-ı Kayyûm-u Ezelî’nin kendi nazarına, kendi acâib-i san’atını ve verdiği rahîmane hediyelerini ve ihsanlarını arzetmektir. Bu gaye ise, çok zaman bana kanaat verdi ve ondan anladım ki: